23 Ekim 2010 Cumartesi

öğleden sonraları...

tanrım ne tuhaf! ben fena huylu bir kız mıyım? fena bir kız mıyım? hayat kelimesi hele, hele yaşam kelimesi ne kafa ütüleyici tefekkurlara müsaade ediyor yarabbi! ben yoruldum desem de bundan sonraki nefesi almayacağım deme lüksüm mü var sanki? neyim ben, ne oluyor bana? kendimden korktuğumu anlatamıyorum, hem de nasıl zangır zangır titreyerek. aydınlıktan çekinmeyerek tüm organlarım müthiş bir kurşun yağmuruna uğramış da hepsiyle birlikte çekinmeden etrafıma kanlarımı savurarak ağlıyoruz. ben nasıl bir mahlukum allahım? lütfen! insan kendinden korkar mı hiç? bu hayat ve şehir dedikleri mecralar öyle bir insanı yontan süratle ilerliyor ve genişliyor ki bir anda seni içine alıverecek ve yutacakmış gibi gelmiyor mu? insanlardan nefret etmiyorum. insanlardan nefret etmeyi bir an bile düşünmedim, bu sadece bir yalnızlık ihtiyacı.

31 Ağustos 2010 Salı

osman ben ne fenayım bilemezsin

NERELERDEN NEBAHAT

osman ben ne fenayım bilemezsin
içki bardaklarıyla öpüşüyorum,
bi de erkeklerle
boyalı bir güvercin gibi süzülüp gecenin içine
sana kancıklık ediyorum

yüksek ökçeli pabuçlar,
boyum kısa sen bilirsin
bi de eflatun eteğimi giyiyorum
habire gülüp şarkı söylüyorum

osman ben ne karıyım bilemezsin
erkekler hep aç, açık, bana hazır
çok ayıp vazgeçemedim şu huyumdan
hayır diyemiyorum ki kimseye
nereye çekseler oraya gidiyorum

osman valla da billa da kalbim temiz
durduk yerde seni özlüyorum
kara gözlerin düşünce içime
yerin dibine dibine geçiyorum

osman sen beni affet. ya da affetme.
bak harbi karıyım, herşeyi söylüyorum
tut be ellerimi. bi daha gitmem
seni bi baştan bi başa seviyorum.


PERİHAN MAĞDEN

23 Ağustos 2010 Pazartesi

kocaman kadınların çocuk olduğu an hep aynı mı?

ah cemal abi, herkes sana özeniyor. ben yazdıklarının sahiplerine özeniyorum. sevgililerine, sevdiklerine. ben yazarken nadiren
bir kişiye yazıyorum. nadir anlarım da onlara öfkelenmekten ibaret.
yan yana duran iki kelimenin biri üç yıl önceye biri belki bu güne ait oluyor.

öpücük balığını da yedidir hatmediyorum. ne olacak yani, ne olacak yazamazsam, kim siktir olup gidecek. kim biliyor musun? kendin. ben, yani sen; gidersin, giderim. fena bu işler, kevaşe kalem oynamadı mı oynamıyor işte.
bu işin müteşebbislerini de mülakatla alsalardı iş yoktu, bana iş, benim işim yoktu. bende mülakat çizdirmekti; kestaneyi, cevizi, fındığı, inciri
çizdirmekti.

---

öyle bir bluz ki bulut giymişim sanki. sanki kral çıplakmış da melike de bulutları çekmiş üstüne.

---

kim sütü akan incir kim kuruyemiş?

kuru incir içindeymiş kuruyemiş.

kuru kuru yemiş.

---

kızım dünya, kıssadan hisse işte, anlasana.

kızım dünya, küçük esnaflık yapma.

kızım dünya, ne hinmişsin.

---

cemal abi seni unutacaktım, halbuki sen beni daima umutlandırdın. ne diyecektim bak, az daha bunu da unutacaktım.

sen bir şiir yazmışsın cemal abi, geçen gün gördüm.
sen bana bir şiir yazmışsın cemal abi, nereden anladıysa anlamış sevgili, senden alıp bana yazdı o da.

eline sağlık cemal abi, cemal sevgili, cemal baba, benim süreyyam.


---


Burkulmuş Altın Hali Güneşin

Sen bir çocuksun, annen sinirden bir de sevinçten doğurdu seni

yırtılan ipek sesiyle;

Bir çocuksun sen, bedeviler gibi ezberindeki şiirlerle bulmak
zorundasın çölde yitirdiğin yolu; yeryüzü şenliğinin azımsanamaz
bir parçasıdır yaktığın ateş, kıvrıldığın dönemeç, açtığın şemsiye,
kucakladığın yaşlı ağaç; iyi bir çocuksun; tuhaf çocuksun; ağzını
burnunu tıkasalar gözlerinle soluk alırsın; gözlerini bağlamaya
kalksalar el ve ayak tırnaklarınla; kalsiyum ve kalker destekler
seni, yeraltı suları destekler seni

yırtılan ipek sesiyle;

Bütün evler boşaltılmış, herkes dışarı dökülmüş; taşıtlar adam
almıyor, sinemalar tıklım tıklım, sokaklarda insan başlarından
bir nehir; meydanlarda insani tabaka görülmemiş bir çiçeğin
taçyaprakları gibi

yırtılan ipek sesiyle;

Sen ve seninkiler ovalarda değil, denizlerde değil, durgun ve
çalkantısız ve bulanık ve ılık göllerin dibinde büyüdünüz, sıkış
sıkış, en yalın, en ilkel, birbirinizi yiyerek. Arada sırada
güvercin kanadı bir aydınlıkla taranıyordu bakışlarınız, o kadar.
Bu yüzden seni başarı hanesine yazmıştır mavi oksijen; desteklemiştir
seni

yırtılan ipek sesiyle;

şimdi hınçla ve karışık dülüncelerle üflenmiş camdan burkulmuş
altın halini görüyorsun güneşin

yırtılan ipek sesiyle;

...

21 Ağustos 2010 Cumartesi

daha gün ışığı değmeden dallara, çekiyorlar perdelerini incir ağaçlı camlara.

"onlardan çekindiğimi itiraf ediyorum."

---

"onu öptüğümde içimden kaynar sular akacakmış gibi."

bu cümleyi yazmadan önce:

"deli gibi dolanıp duruyordum bir aşağı bir yukarı. kim koluma çarpar, kim gözüme değer merak da ederekten savuruyordum bedenimi sahibini arayan aç köpekler gibi, hem bağımlı hem bağımsız ve ısırmaya can atar gibi, tehlikeli. suskun ve yıkılmaz ve kararlı. bulacağım elbet. beni de bulacaklar elbet.

incir ağacından akan süt, hayattır. ben dokuz defa beyaz sütüm. sevgilim üçte dördüm kadar beyaz sütü akan beyaz sütlü incir olsa.

tazeden az bayat.

düşündün mü hiç; ben kente indiğimde, açmış bir çiçeğin kökü hangi gebeyle yer değiştiriyor deprem ile?

hiç düşündün mü?

ne zaman ki yüzleşirsin, o zaman aynalar bile göstermeyecek beni."


bunları yazmıştım.

13 Ağustos 2010 Cuma

varoluş nabız gibi atan bir şeye dönüştüğünde zaman geçmek bilmez.

üzmek istemem, canı acısın istemem. çünkü bir başladı mı o ince sızı inanın hiç dinmez. bir kıymığa kıyasla fazla sızlatır canı.
ama eğer o kıymık benim canıma batmışsa ..

ne olur ha ne olur? ne aptalca tanrım. bunlar nedir ki, ne ufacık şeyler.

daha ufakları var, bak sana ne göstereceğim;

[benden çekinmene sebep olan her ne ise bilmek isterim. nedir seni ürküten, nedir seni benimle ileşitime geçmekten alıkoyan şey? sorgulama olarak algılanmasını istemem bu yazdıklarımın. zira fazlaca samimi meraklarım bunlar.

hatırlıyorsan anlatmıştım en son görüştüğümüzde; ihtiyacım olan tek şeyin merdivenin en üst basamağında oturup bana "sana kırmızı ruj aldım!" diye seslenmesiydi. lütfen korkma o biri sen değilsin birtanem. bunu açık yüreklilikle söyleyebilirim ki seni hiç orada oturuken göremedim. eğer bundan kaynaklanıyorsa benimle iletişime geçmekteki bu çekingenliğin lütfen bunu sil at. hatta dileğin bu yönde ise benimle paylaş, ben de sana "fazla" içten davranmam. benim istediğim ve başta senden de bu yönde olumlu sinyaller aldığım; birbirimize karşı hesapsız davranmamızdı. sanırım sen bendeki bu hesapsızlığı gönül işleriyle karıştırdın-benim gönül işlerimle, aksi halde seninkinden bihaberim-.

bak birtanem, ben rahat olmaya çalışıyorum. bu "rahat" kelimesini anlaman için şöyle özetleyeyim tanıdıklarımı; benim dedem dindar bir insandı. ailemde konservatifler çoğunlukta ve onlar aşırıcılar. ailemde demokratlar da çoğunlukta ve onlar da aşırıcılar. benim başarmak istediğimse ne onlardan olmak ne de onlardan olmamak. ben onları gözlemlediğimde çok ortak yön görüyorum ve bunları tepkiye dönüştürmek yerine bunlardan fayda sağlamaya çabalıyorum. ne kadar zor biliyor musun? ailemdeki çelişki beni rahatsızlığa, bir yön seçmeye itse de ben bunu yapmayacağım. aşırılıkların üzerimdeki baskısı elbette yoğunlaşacaktır, o zaman ne yapacağım? ben biliyorum. öyle basit ki; ya evleneceğim ya da gideceğim. ki bana öyle geliyor ki gideceğim. fakat ben istedim ki gideceğim zaman iyi insanlarla gideyim. evet senden bir son beklemiyorum. sen de beklemiyorsun biliyorum. fakat benim de bir sonum olacaktır. eğer ki sen o sonda kendini görmek istemiyorsan bunu bana açıkça ilet. memnun olurum. diğer türlüsü nahoş. vallahi billahi nahoş.]

ps1: winston wolf'u çok özledim.
ps2: kadınlar hep dönerler.
ps3: unutma, o da bir genelleme.
ps4: seni seviyorum küçüğüm.

12 Ağustos 2010 Perşembe

ben değil de bir arkadaş

şimdi yazamıyorum; ama aklımdan geçenleri dökmek okumak kadar kolay değil.

Bir ara ne kadar da meraklıydım şiire, nesire. Ufacık bir dize dünyamı oynatırdı. “Şimdi” gelene kadar ne oldu o dünyaya acaba?

rose wine içerim yazları

ve dinlemenizi çok isterim;


strawberries cherries and an angel's kiss in spring
my summer wine is really made from all these things
take off your silver spurs and help me pass the time
and i will give to you summer wine
mmm-mm summer wine...




inanın kimle paylaştığınız mühim değil. sadece sizin tatmanız bile bana mutluluk getiriyor.

hayat, amiyane bir tabir ise eğer..

Tek eğlencemin yazmak olduğunu farkediyor ve bir iki dakika susuyorum. Sabah kahvaltı yaptığım halde çok lezzetli olduğunu bildiğim için, iş yeri istikametinde konuşlanmış simitçiden bir tane kaşarlı açma aldım. Çalışanlarının her sabah en az 10dk geç kaldığı ofise girer, hazır ışıklar açılmamışken açmayı hüpletir, ben açmayı bitirene kadar da kimse gelmez, üstüne de çayımı içerim diye tasarılar yaptım. Ofise girdiğimde ışıkların açılmamış olması benim için manasız derecede manalıdır. Geldim ışıklar kapalı, kimse yok. burada tuhaf bir ferahlık duyumsadım, tabi klimaların etkisini söylemem saçma olur. Açmayı yedim, kaşarlı kısmı bittiğinde Arzu girdi odaya. Kuyruğunu zaten yesem de yemesem de bir diye düşündürttü Arzu’nun zamansız odaya girmesi ve yemedim. Kalan kısmı paketin ucuna itip ağzını katlayıp masanın üstüne bıraktım. Oruç olan çaycı her sabah elinde tepsiyle ofise giriyor, iki espiri yapıyor ve çaylarımızı dağıtıyor. Tepsiyi ofisin ortasındaki ağzı kapalı kutunun üstüne koyuveriyor ve patronun masasının önündeki tartıya çıkıyor. Ben aklımdan bu sırada onuncu katta olduğumuzdan yer çekiminin ne kadar etkili olmadığını tartıyorum. O kilosunu tarttırıyor. İftardan sonra 700g farketmiş diye alay ediyor kendiyle. O sırada patron yerinden kalkıyor ve çekil bakiyim, dün 50 kiloydum sen gördün, diyor çaycıya. Tartının üstüne çıkıyor ve bak ben de 300g almışım, çok yemişim dün demek ki, diye kendince hiç de zor olmayan bir çıkarım yapıyor. Niçin zaman kaymasıyla anlattığımı söylemek isterim; çünkü bu rutin her sabah tekrarlanıyor. Bunları niçin yazıyorum? Kim bilir?


Staj kolay iş.


iş dedim bak.
işgüç.
iş ve güç.
ne işim gücüm olacak yahu.
hali vakti yerinde bir öğrenciyim.
gerçi sorun da halimin vaktimin yerinde olması ya. iş güç edinmeye uğraşıyoruz.
bakalım.
genç sivil rahatsız.

5 Ağustos 2010 Perşembe

new direct message

lanetli aşk tanrısı beni yalnız yakaladı
seni tek dostum olarak görmemeli miyim
duvardaki yazıyı okumalı mıyım
güzel şarkı söylüyor değil mi
ve sen de tıpkı bir ölü gibisin
her şeyin tersine döndüğü bir rüya gibi
bana karşı aynı çılgın hisleri duymuyor
şarkımdaki kederi duymuyor gibi
bir yerlerde seni arayan köylü bir beyefendi var
adam var
senin uzmanlık alanından eminim haz alacaktır
çünkü senin öpücüğün tüm haplardan daha iyi
çünkü seninleyken aşka inanıyorum
ne yaptığımın bir önemi yok
ne zaman ağlasam geliyorsun
üzgünüm efendim


kapılardan sadece biletli müşteriler geçebilir
hayatın ufak tefek serüvenleri işte

vazgeçebilirsin


saçlarım hafiften lüle ve koyu kahverengi olmasına rağmen çoğu zaman aralarından sarılar parlar.

30 Temmuz 2010 Cuma

across the universe*

hani gündüzler kısalıyor ya
öyle bir zoruma gidiyor ki


gündüzler kısalıyor
zoruma o gidiyor


gündüzlerin kısalması
zoruma gi
den


öyle bir kısalmasıdır ki
gündüzlerin
zoruma giden


zor ol
an
sal
ma
sı değil mi gündüzlerin?
(yok-sa?)


*fiona apple'dan dinlenirse eğer.

24 Temmuz 2010 Cumartesi

gündüz yarasaları

neyiz ki biz?
ilk ışınları görününce güneşin,
kaparız tepenin gözkapaklarını--
çam değiliz ki, kollarımız açık
ürpererek karşılayalım donuk ışığı.
gölgeler kısalınca çıkarız ortaya,
açıklıktır, aydınlıktır aradığımız,
parlaklıkta bulur gücünü görüşümüz.
tanımayız alacakaranlığı delen,
tepelerin arasından seçen bakışı.--
kör olmuş ışıktan gözlerimiz.
gündüz yarasalarıyız biz.



geceyi düşleriz gündüzken,
geceyken de gündüzü--
yitirebileceklerimiz yitiktir
onlardan uzaktayken -- ama
özleriz, döneriz yeniden
yitirmeden
yitirebileceklerimizi
yitiremediklerimize.
yitirebilirdik, deriz;
ama yalnızca bir fiil çekimi bu--
tutsaklıklara bağlamışız özgürlüğümüzü.
gündüz yarasalarıyız biz.



sağlamdır düşünce temellerimiz,
ama altlarında kist vardır, sonra kum--
dururuz gerçi, sapasağlam, kalın
taştan duvarlarımızla, dimdik
ayakta; ama biraz su, bir sızıntı
kaydırır temellerimizi hemen.
duyarız yerçekimini hemen,
titreriz. sımsıkı, gergin
bağlar vardır
düşüncelerimizi ayakta tutan, ama,
ya temelsizse temeli
bütün bu bağları
bağlayan
bağın?
bağlantısızca bağlarız bağlarımızı.
gündüz yarasalarıyız biz.



yapacaklarımız vardır kocaman,
kocaman başarılar, yüce çağrılar; ama,
tutmadığımız bir eldedir aklımız,
bir son selamda, biz aceledeyken gönderilen--
nedir ki acelemiz, niyedir ki?
camın boşluğunu arayan kocaman
pervaneler gibi, kanat çırpan
ışığa ulaşmak için
çırpınan, camı kıracakmış gibi--
düşmanımızdır oysa ışık bizim,
kanatlarımızı yakan, kavuran--
aradığımız --ışıkta-- nedir ki?
ışıktan gelir ölümümüz.
gündüz yarasalarıyız biz.




hep bir dimdik, dümdüz dürüstlüktür duyduğumuz,
ama bir kuşku kurdu kıvır kıvır kemirir köklerimizi--
nasıl da kolaydır yalanlarımız, uydurmalarımız,
nasıl da rahat. iç sızlaması nedir bilmeyiz;
başedilemez gerçeklerimiz hazırdır çünkü hep--
kozasında mışıl mışıl kanat takınır tırtılımız,
sindire sindire yapraklarımızda açtığı delikleri.
övünürüz delik deşik, bölük pörçük
yeşilliğimizle -- yenmiş bitmiştir oysa
büyüme noktalarımız, su çekmez artık
kök uçlarımız, dökülüp gitmiştir
taç yapraklarımız artık.
nasıl da yabancı topraktan baş uzatmış taze fide bize.
gündüz yarasalarıyız biz.



bir görsek andığımız yüzü,
tanır mıyız? --tanır mıyız
sevdiğimizi, bilir miyiz neydi--
sevdik mi, seviyor muyuz?
yürüyüşü, saçının dökülüşü--
anımsar mıyız, anımsıyor muyuz?
bir anıdan başka nedir ki sevgimiz?
gündüz yarasalarıyız biz.



koy başını omuzuma yine.
aldırma, söylenmeden kalsın
düşünülmedikler, bilinmedikler -- bırak
unutulsun geridekiler, özlensin ileridekiler -- bırak
yansısın camda donuk ışık, usulca ışıldarken
sabah, aydınlanırken uçup geçen yeşillik.
gel -- uyuyalım güneş görününce,
aşınca tepeyi göz kamaştırıcı ışık.
uyanacağız nasılsa, dikelmeden ışınlar,
dümdüz, aklaştırıcı olacak yeniden bakışımız.
ama şimdi -- sanki sevdalı gibiyiz şimdi,
sanki karanlıkta sezinledik aydınlığın başladığı yeri--
şimdi kurduk sanki geceyi gündüzle,
şimdi kuruttuk sanki gündüzü geceyle--
aydınlığın karanlığında görür gözlerimiz.
gündüz yarasalarıyız biz.





oruç aruoba


"yürü-me"

13 Temmuz 2010 Salı

evet, bu şehirde herkes dönüp dolaşıp kendisinde karar kılacak

niçin doğada zaten var olan bir şeyi insanlara tekrardan ben anlatayım?


o haklı.


başlıyor söylenmeye...

" insanların hepsi kötüdür. yaşamak boştur. sevmek aptallıktır... şudur, budur. peki, bunlarla nasıl eğlenilir? düşünün bakın. her şeyin kolayını bulacaksınız. ben en zorunu buldum: ölmeye çareyi! ölmeyecekmiş gibi düşünüyorum, oluyor. bir tecrübe edin.



demek ki bütün bu kötü düşüncelerden sonra taptaze, kahkahalı, mesut bir dünyaya varıyorsun. demek yalnız hareket noktanda bedbinsin. öyle ise mesele yok. sen yine o eski adamsın. kaygısız, şensin... hayır! kötüden iyiye doğru seyahatimin sonunda kahveyi bırakıyor, yine ölümler, harpler, pahalılıklar, istikbal kaygıları ile sokaktayımdır, üzülmeyin!* "



*bilmem neden böyle yapıyorum adlı öyküden, s. 44


mahalle kahvesi / sait faik abasıyanık

yky'de 1. baskı: istanbul, ekim 2002

10 Temmuz 2010 Cumartesi

toplumsal itaat*

özgürlük ve tutsaklık.

insana özgürlüğünü veren bir başka insan,

insanı tutsak eden başka bir insan;

bu iki kelimenin yalancılığını siz de benimkine benzer bir muhayyileyle anladınız mı?


*Oysa bu kadar çok laf hiçbir şeyi anlaşılır kılmıyor.

24 Haziran 2010 Perşembe

8/13/21

... geldin, canım çekiyordu seni;
soğuttun gönlümdeki istek ateşini.
sappho

how long have you been smoking here?

sanırım hiçbir zaman, aynı gün ışığını gören
tek bir genç kız bile olmayacak,
ustalıkta seninle kıyaslanacak.
sappho

23 Haziran 2010 Çarşamba

fotoğraf çekiyorum, gülümse

mundi*: beni neden etkilediğini bilmiyorum deniz, ve o gece neden sessiz kaldığını da
şimdi olduğu gibi.
aklından neler geçiyor?

deniz: aklımdan hiç iyi şeyler geçmiyor. sürekli bir kaygı hakim bana. buna cevap nedir diye aranıyorum.
benim tanrıma diyorum ki;

"tanrım, bu belirsizliğime neden olan kaygımın önünü bir nebze aç, bir sana yalvarırım."

sonrasında bir değişiklik yok.

mundi: bu kaygının sebebi nedir?

deniz: bilmiyorum. yani kaygımın sebebi her şey. ben de her şey nedir bilmiyorum.

mundi: o yüzden mi sessiz kaldın karşımda o gece?

deniz: evet. içimden gelen kaygı sana seslenmeme engel oldu. istedim ama kaygım ne diyeceğini bilemedi.
korktu, kaçtı.

yazdıklarımı okudun mu?

mundi:hepsini.

deniz: ben de okudum.

mundi: ellerimin arasına yüzünü alıp "sen kimsin" diye sormam mıdır acaba kaygının temeli

deniz: etkisi yok diyemem.

*mundi:rex mundi.

20 Haziran 2010 Pazar

ne yazık, yazmayı bırakmıştım.

siz mi aptalsınız ben mi çok yüzeysel bakıyorum ve düz bir mantığa sahibim?



okuduğum blog yazılarında, tanıdığım insanların konuşmalarında ve yüzlerinde hep aynı kelimeler ile aynı duygular görüyorum. siz ne kadar birbirinize benziyorsunuz. ben sizlerden o kadar usandım ve uzaklaşmak istiyorum ki böyle sanki sizi görmesem.. yani bilmiyorum sanırım ben başka yerde olmalıydım da demiyorum, farklıyım da demiyorum. ben sadece benim hamuruma bu kadar farkındalık ve unutmamazlık kattığı için Biri, ona az da olsa sitem ediyorum. keşke daha az farkında ve umursamaz olsaydım, hatırlamamak çok daha kolay olsaydı. bu çok garip bir duygu, sanırım ben biraz yalancı ve de maviyim.
...
siz hepiniz aynı olduğunuz için aslında yoksunuz.
bunu biliyor muydunuz?
yoksunuz.
aslında yoksunuz.

6 Haziran 2010 Pazar

orj: before sunset

Celine: Ben şuna inanıyorum: Eğer bir çeşit tanrı varsa, bu bizim içimizde olamazdı, ne senin ne de benim, ama sadece şu aramızdaki küçük mesafede olurdu. Eğer bu dünyada büyü diye bir şey varsa, bu başka birinin seninle paylaştıklarını anlama çabası olmalıdır. Biliyorum, bunu başarmak neredeyse imkânsız, kim umursar ki? Ama cevap çaba göstermek olmalıdır.

Jesse: Bazen iyi bir baba ve iyi bir eş olmak üzerine hayal kurarım. Ve bazen gerçekten bunları yakından hissediyorum. Ancak diğer zamanlar bu çok aptalca geliyor, öyle ki tüm hayatımı tüketecek gibi. Ve bu sadece yükümlülükten kaynaklanan bir korkuyla ya da benim sevgiyi taşıyamayacak olmamla ilgili değil, çünkü yapabilirim. Düşünüyorum da bu sadece, eğer kendime karşı gerçekten dürüstsem, bir şeylerde iyi olduğumu bilip ölmeyi tercih edebilmemle ilgili. Bu yüzden güzel bir ilişki yaşamaktansa, bazı şeylerde üstün olayım.

...

Jesse: Mutlu çiftler tanıyorum ama eminim ki birbirlerine yalan söylüyorlar.

Celine: Bazen uzaklara baktığımda gözlerini üzerimde hissetmek hoşuma gidiyor.

...

Celine: Ne istiyorum biliyor musun?

Jesse: Ne?

Celine: Öpülmek.

Jesse: Pekâlâ, bunu yapabilirim.

...

Celine: Dünyada kayıp, bilinmeyen kişiler fikrini hep sevmişimdir. Ben küçükken, ailen veya arkadaşlarından öldüğünü bilen yoksa gerçekten ölmüş gibi olmadığını düşünürdüm. İnsanlar senin için en iyisini veya en kötüsünü düşünebilir.

20 Mayıs 2010 Perşembe

ayna ve yankı

bazen bilmiyordur o.

hiç de karışık değildir aklın. bir arkadaşa bakıp çıkarsın.

gönüllü yolculuklar yaparsın. akbiline aylık yüklersin, kent bedeninden ziyade aklını daha fazla yorsun diye. ne yaptığına ve yapacağına senin de aklın ermez olur bir zaman sonra.

bir zaman sonra böyle bir yığın bazen olan anları yaşarsın.

farkına var; sıradanlaşmaktasın.

annem kırmızı şampuanla yıkardı saçlarımızı, biz küçükken, akdeniz'in kenarında otururken.

akdeniz'de okuduk biz

akdeniz'de boğulduk

uyanırdık, yumurtayla tost yerdik. neye ağlayacağımızı bilirdik. kendimizi, komşumuzu, babamızı, anamızı tanırdık. kapımızın önünü süpürürdük, önce su serperdik tabi.

ben hala vaktimin çoğunu kum ile oynayarak geçiriyorum deniz kenarlarında. bu benim çocuk olduğumu göstermiyor. öyle banel sembollerde değilim. sadece mayomun içine kumun dolmasını seviyorum, sonra kimselere görünmeden suyun içinde kumları temizlemeyi.

hayır.

hepimiz açgözlüyüz bebeğim. her şeye paha biçmekteyiz sahibi olmak için. antikalara bile. tuhaf.

bir parça ayna hepinizi bana anlatır.

kendimi tanıyor muyum?

aptal gibi bir sonbahar tutturmuşsunuz, depresifleşme mevsiminiz geliyor. ve bununla övünür gibi herkese duyuruyorsunuz.

senin sevdiğin ve kimsenin duymadığını zannettiğin grupları biz çoğumuz çoktan öğrendik ve dinleye dinleye eskittik.

modayı takip etmiyorsun. zaten moda olsa o giydiklerin, emin ol giymezdin.

hep yalnızsın, sinemaya tek başına gitmeye bayılırsın. ama niçin hep ağlamaklısın?

sen bundan memnunsun(!)

didem, uyudu.

13 Mayıs 2010 Perşembe

kirlenmiş tabaklar

küstük. sonra öldü o.


rüyadaydım, bana rimbaud okuyordu. diyordu ki;

''bu mekanı hayalinde asla canlandıramazsın.burada tek bir ağaç,kurumuş bir ağaç bile yok,tek bir ot sapı,bir parçacık toprak,bir damla su bile yok.zamanın ötesi sönmüş bir volkanın deniz kumuyla dolmuş bir krateri.burada en asgari bir bitki örtüsü bile yaratmayan lavlar ve kumdan başka görecek ve dokunacak hiçbir şey yok.ortam tamamen çorak bir kum çölünden ibaret.burada kraterin duvarları içeriye hava sızdırmıyorlar ve biz bu deliğin zemininde tıpkı bir kireç ocağındaymışız gibi kızarıyoruz.''

zamanın ötesi

dünyaya geliş nedenimi bir anlayayım, sonra senden özür dileyeceğim Begüm.

ve her gün burada gözümün önüne o bağırarak söylediğimiz gün ki gibi sevdiğimiz o grubun, o kirli sese sahip solistinden annesine yazdığı "now the drugs don't work, they just make you worse" parçasını söylediğimiz gün geliyor. tabii senin sesin hariç yavrum.


"but if you wanna show, just let me know
and i'll sing in your ear again

now the drugs don't work
they just make you worse
but i know i'll see your face again

yeah, i know i'll see your face again
yeah, i know i'll see your face again
yeah, i know i'll see your face again
yeah, i know i'll see your face again

i'm never going down, i'm never coming down
no more, no more, no more, no more, no more
i'm never coming down, i'm never going down
no more, no more, no more, no more, no more"

23 Nisan 2010 Cuma

ben en yüce haksızlığı santiago nasar ile yaşadım.

ve ileride gerçekleşecek haksızlıklar karşısında aynı acıyı yine duyumsamaktan korkarım.

o köpekleri hatırlıyor musun sen de? ölümün üzerine çöktüğü bağırsakların kokusunu duyumsayan o aç köpekleri? onlar gibi menfaatimle kör olup haksızlık yapmaktan korkarım.

Allah'ım, öyle bir insan olmaktan çok korkarım.

Allah'ım?

çok korkarım Allah'ım.

işte şurada bir kızböceği ateşe düştü.


2 Mart 2010 Salı

muhteşem soyunmalar

ah bir gün dahi bocalamadan geçmedi.

kozandan çıktın mı anlamak için?

insanlar nefeslerini üflemiyorlar artık kozalarının ve kozalarımızın içine. insanlar artık nefes almadan kusmaktalar yeryüzüne.

böylesi yoğunlukta yaşayanlar için gündelik yaşam bir koca öpücüğü kadar hafif ve geçici. şimdi birinci olmayan kocamın öpücüğüdür koca yanağım. şimdi birinci olan kocamın dokunuşudur zaptedilemeyen parmaklarım. şimdi bu üvey bakışlar ne sana giydirildiğinde içimi açar ne koluma takıp gezdiğimde yaz kokusunu salar

balkona.

ne çirkin bir kadındır bu sylvia plath ve ne şanslı,

her sene 13 ekim'de hayata döndürülmek istenenin sayesinde.

"ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım."

15 Şubat 2010 Pazartesi

procrastination

...ayrıca şükranlarımı sunuyorum sizlere ve vivaldi'nin summer'ı ile ağlayayazdım. tavsiye etmiyorum.




the great :))

29 Ocak 2010 Cuma

colorful bubbles

benim bu duygularım ve bunlara vücud veren, ben yaşadıkça-değirmenlerde- mütemadiyen var olacak olan, gerçeküstü ve cezbedici rayihaya sahip bu hayal dünyamın bende oluşturduğu hissiyata hangi kelimecik veya kelime grubu ifadeden yoksun kalmadan sese gelebilir?

ifade etmek istediğimden fazla,

ifade etmek istediğimden az,

ifade etmek istemediğimden fazla,

ifade etmek istemediğimden az..


yoksa siz ne söylediğinizin farkında değil misiniz?


efendim size, gereken nedir?


h-

ayır.

14 Ocak 2010 Perşembe

güçlü olanın aynı zamanda narin de olması

"akıl" olmazsa olmaz koşuludur insan olmanın.



nasıl?

akıl bir koşul mudur insan olmak için?

akıl her insanda zaten vardır. bunu sanki hiç mi hiç kullanmayanlar varmış gibi göstermek sanırım mübalağadan öte bir amaç içermemektedir.

insaniyetli olmak demek, önce zarif olmak demektir.

9 Ocak 2010 Cumartesi

uçmak nasip olmadan süründü

hayatım erkeklerin hodbinlikleri arasında biteviye koşmakla geçiyordu. ve ben kendi içimde dünyanın saçmalığıyla intihar arasındaki ilişkiyi ve ilişkisizliği mütemadiyen sorguluyor bu konudaki ana öğelere tandansımı anlamaya çabalıyordum. tam bir anlamak değil bu, emeklemek. ufak ve istikrarlı adım atmayı öğrenmeliydim ve bu da emeklemeyi şart koşuyordu. pekiyi ya sonrası?

işte bu saçmalığı yaratan hayatının/yaşamının sona ermesiydi. nasıl olsa ölmüyor muyduk? bu matematikte sonucumuz belli değil miydi? öyleyse bu sonuca varana kadar yaşananlar absürdlükler silsilesi değildi de neydi? çok mu manalıydı?

hayır.

yalın ve bir o kadar da yoğundu.

mahrem-i esrar idi.

şimdi ne mahremi ne de esarı kaldı. geride bitap düşmüş bir ruh ve bu ruhun ağırbaşlılığının altındaki yüke boyun eğmekten ve hem bu yüke mütehakkim hem de onu red eden telaşlı vaziyette bir beden ve ruh arasındaki bu faciaya kayıtsız duygular kalmıştı. her şeyiyle biçarece gülümsüyordu gene de. ne yapacağını bilmediğini ötekilere alenen gösteriyordu. bağırıyordu hatta. bütün bunlar elverirdi.

ama bilirsiniz ki "sessizlikte insan belki aradığını duyar ama her kulak işitmez." demişti ortaçgil.

ben hepinizi seviyorum. bazılarınız duymuyor, buna seviniyorum. bazılarınız duyuyor kıyıda bucakta olanları, sanırım sizden çekiniyorum. ve çok bağlanıyorum size, sizi sevmesem de. aramızda o kadar uzun bir yol var ki, siz bu yolu nasıl aşıp da nefesinizi yanağımda hissettiriyorsunuz anlayamadığımdan sizden korkuyorum.

sizin nefesiniz kırmızı. eh damarımızda akan da öyle, bu ne kutsî bir büyü.

nabızlarımızın munis kardeşi olan zamanı öldürebilirsen, buna gücün yetebilecekse eğer yabancı, o ân gelmene gerek kalmayacak. aslında seni görmediğimde bile seninle konuşuyordum ben.

take a look to the sky just before you die

"ne duruyorsun be

at kendini denize

geride bekleyenin varmış

aldırma"

orhan veli

7 Ocak 2010 Perşembe

yağmur güncesi

i'm not calling you a liar,
just don't lie to me.
i'm not calling you a thief,
just don't steal from me,
i'm not calling you a ghost,
just stop haunting me,
and i love you so much,
im gonna let you,
kill me!


evet sevgilim, dediklerini duydun.

..bu kalabalığın karşısında kendime yeniden çeki düzen vermeğe çalışmamı zaruri görün.

3 Ocak 2010 Pazar

"Fikirlerimiz, onlari tasiyacak kudrette oldugumuz nisbette bizimdirler."

TANPINAR, Ahmet Hamdi

hangi zamanı saydıkları bilinmeyen bir yığın saat tıkırtısı içinde

birdenbire aklı evlendiği seneye, biricik aşkına, her ömürde bir kere açan o bahara gitti.

...


şüphesiz, bu genç kızların hepsi birçok defalar bu aynaya bakmışlar, orada, bu durgun ve katı aydınlıkta, çıplak veya giyinmiş hayallerde gülümseyerek saçlarını düzeltmişler, yüzlerine pudra sürmüşler, korselerini bağlamaya veya küçük çıtçıtların üzerine narin parmaklarını incite incite, elbiselerini iliklemeye çalışmışlardı. kadınların giyinip süslendikten sonra, çıkmadan evvel, aynalara son bir defa bakmaları kadar X Beyi eğlendiren ve düşündüren şey yoktu.