29 Kasım 2009 Pazar

sense of humour

yayalara yeşil yanmasını bekledi, karşıya geçti. bronzdan heykeli görüp adamı düşündü, göğsünü açtığı geceki arzu dolu bakışını üzerinde hissetti tekrar. elleri göğüslerine oradan da dudaklarına gitti. şehrin ortasında, gözlerini uzaktaki dev ekrana dikti ve bedeninin herhangi bir yerine dokunmaksızın orgazma ulaştı, oracıkta, herkesin gözü önünde.

kimse fark etmedi bunu; herkes çok, çok meşguldü.

28 Kasım 2009 Cumartesi

25 Kasım 2009 Çarşamba

human nature

edindiğim azıcık deneyim bana gösterdi ki, kimse herhangi bir şeyin efendisi değildir, hepsi sadece bir yanılsamadır, maddi zenginlikler de, ruhsal zenginlikler de. çantada keklik sandığını kaybetmiş olan kişi (ki bu başıma sık sık geldi), sonunda hiçbir şeyin ona ait olmadığını öğrenir.

ve hiçbir şey bana ait değilse,

..

(bekle)

24 Kasım 2009 Salı

enfarktüs

kimsenin merak etmediği bir hayattan duyulan dehşet.

önemsenmemek.


why should i stay?

jamais vu..

kaygılarımı anlamak onun görevi, çünkü ben bir kadınım, kırılganım ve üstelik bu kentte bambaşka biriyim.

o bir erkek. bir sanatçı. şunu biliyor olmalı, insanoğlunun amacı mutlak aşkı anlamaktır. aşk başkasında değil kendimizdedir; onu biz uyandırırız. ama uyanması için bir başkasına ihtiyaç duyarız. evren, sadece heyecanlarımızı paylaşacak biri olduğunda anlam kazanır.

seksten yorulmuş mu acaba? ben de öyleyim ve buna rağmen ne o ne de ben biliyoruz aşkın ne olduğunu. hayatın temel taşlarından birinin ölmesine izin veriyoruz - beni kurtarmasına ihtiyacım vardı, onun da benim onu kurtarmama ihtiyacı vardı, ama bana seçim şansı bırakmadı.

jamais vu..

en can alıcı öğüt, Nyah diye bir filipinli'den geldi:

"orgazm olurken inlemelisin. öyle yaparsan müşteri sana bağlanır."

"iyi ama niye ki? kendileri tatmin olsun diye para veriyorlar."

"aldanma. bir erkek, ufaklığın kalkmasıyla kanıtlamaz erkekliğini. erkek, ancak bir kadına zevk verebiliyorsa erkektir. hele bu kadın bir fahişeyse, o zaman kendini kral gibi hisseder."

21 Kasım 2009 Cumartesi

erkek olanlarınız bilirler.

"sürün, yalancı köpek! "

diye bağırıyordu kapıyı ardından çekerken genç kadın. üç beş merdiveni indi, uçarcasına yürümeye başladı sokakta. ardından gidiyordum, hızına ayak uydurmuşum. caddeye çıktı. az ileride düşünmeden bir kafeye atıldı. kapı tavandaki süslere çarptığında uyduruk bir tını ile yalancı piyano tuşlarını getiriyordu akla. bu onu daha da sinirlendirmişti belli ki. iki kişilik masadan bir sadalye çekti ve attı kendini sandalyeye. saçları o hız ile yüzüne dağıldı; koyu siyah, parlak saçları. her masanın tam ortasına gelecek şekilde yerleştirilmiş şişman avizeler vardı. ışıklar sarıydı, bu da ortamı loş yapıyordu. bayat bir ekmek gibi düşündü. uzunca bir koridorun yedinci masasındaydı kendisi. tam karşısında boylu boyunca uzanmış bir tezgah, tezgahın arkasında içleri emilmiş gibi bakan üç adam ve mavi önlüğünün yakasındaki boynunu çevreleyen danteli sararmış şişman bir bayan. kafenin kapısının bir adım ötesindeki dünyadan habersizce bir kaç müşterinin ne içip, ne yiyeceklerini sorarak geçiriyorlardı vakitlerini sanki. adam umarsızca makinadan çıkan bardakları kuruluyordu, kurulamayı refleks olarak yaptığı belliydi. alıyordu, içine ve dışına bez gelecek şekilde siliyordu, tezgaha koyuyordu. alıyordu, içine ve dışına bez gelecek şekilde siliyordu, tezgaha koyuyordu. alıyordu, içine ve.. nispeten uzun boylu olanı ise tost makinasında kurumuş ekmek kırıntılarını ve peynir kurularını törpülüyordu. elleri hızlıydı, kahvaltı bıçağıyla her tost makinasının çelik yüzeyine vurduğunda derinlerden gelen ses biraz daha kayboluyor, metallerin delici sesi ortaya çıkıyordu. babamın cenazesi soğuk hamburgerden farksızdı. dedi yüksek sesle. bir an metal sesi kayboldu. kafe irkildi ve kendine geldi. donuk yüzünde yaşam belirtisi gösteren bir çift göz ile bakakalmıştı, uzun. kahvaltı bıçağını kavrayan elinin hizasında kızın kafası vardı. kız dişlerini sakınmadan güldü yabancıya.

"iki sade kahve yolla." dedi.
"bok ye."
"yok mu sende hiç merhamet?"
"merhamete ihtiyacı olanlarda olur merhamet."

ısrar etmedi, kahve içmeden de oturabilirdi pekala. sadece çişi gelmişti. gözleriyle tuvaleti aradı, çantasını alıp gitti. aradan tuvaletten çıkmasını bekleyen iki bayanlık bir zaman geçti. hala içerdeydi.

"girip baksak iyi olur."
"emin misin?"
"evet iyi olur."

girip bakmadılar. uzunu çağırdılar. kapıyı açtı,

"kokain bu moruk, kokain." dedi kız, yine dişlerini sakınmadan gülüyordu. kucağına alıp masaya götürürken susmuyordu.

"köpeklerimi çok seviyorum. az evvel evcilleştirilmiş birini daha sokağa fırlattım biliyor musun? ve ne kadar da isabetliydin. merhamet. köpeklerimi seviyorum. onlara gerçekten bir köpekmiş gibi davranıyorum. sıra sana gelmedi henüz ve evcilleşmelerine izin vermiyorum. baksana, beyzbol sopan hala yatağın altında mı? çağdaş dünya edebiyatı hakkında ne düşünüyorsun? yazarlar bu dünyanın orospularıdır. bu orospu çocuklarına dersini vereceğim. hepsi bu. anlıyor musun, hepsi bu!!"

sandalyeye yaymıştı kıçını, iki sıcak, sade kahvesi masadaydı ve masayı ortalayan avizeden düşen ışık kahvenin yüzeyinde dalgalar yaratıyordu. aksini görebilecek kadar siyahi, iki fincan kahve. kendinden tiksindi ve kahvesine tükürdü. gördüğü evcilleşmiş bir köpekti.

doğaya aykırı değil miydi bu? onun için en doğal somut varlık vitrin mankenleriydi. doğa anca bu kadar suni alt tabakalarda yaşam bulabilirdi. saat bir. saat üç. saat beş. iyi yolculuklar.

17 Kasım 2009 Salı

erk

esrik tin.
bakire
devrik
düşler
kumarbaz
kunta kinte
saksafon
cinsiyet
sicim
kruasan
kanepe
cinayet
kalleş
mahmure
devlet

kirâze
uzut
muadil
susamuru
aliterasyon
angın
ukde
tuval
iskarpela
akordeon.

sessizlik ve boğumlar

" 'savaş istiyoruz! '

En önce vuruldu
Bunu yazan. "

bertolt brecht


"güzelsin sevgilim
ama çok yakından!"

cemal süreya

14 Kasım 2009 Cumartesi

bir dişi aslanın yüreği

bir sevgilim oldu.

tenleri sürekli birbirine değen aşıklardık. bilirdi ben hep aldatırdım. hep de aldatacaktım. pek ses etmezdi. kendisini hepsinden ayrı tutardım bilirdi. küçüğüm demem de ondandır. beni çocuk diye severdi. kızardım. derdi ki;

-çocuk kelimesine en çok çocuklar kızarmış çocuk!

aldırış etmezdim. sakınmazdım şımarıklıklarımı, ukalalıklarımı yanındayken. olabildiğince kendimdim onunla geçirdiğimiz vakitlerde. onun ne hissettiğini pek bilmezdim. çok konuşmazdık. ya aşk ederdik ya da bakışırdık. yemek yerdik birlikte pahalı otel lobilerinde. kısıtlıydı zaman ya da bana dört nala koşuyormuş gibi gelirdi. çok severdim onu. çok da severim.

tarçına bayılırdı. mis kokulu baharat. ben de severdim. elmalı turtalarımın hatrını hep sorardı. öyle çok isterdi ki;

"hayatımın tek hatası turta yapmayı öğrenmek!" derdim.

ben de içimden geldiği için ona pişirirdim. bir başkası için yemek pişirmek eziyet olsa da değer verdiklerim için neşe sebebimdi.

tiyatroya, arkadaşlara, sahillere giderdik.


geçmişten dolayı geleceği cezalandıran ahmak bir yapım var. ne bir yere bağlanabildim ne de bir yere gidebildim. köklerimi salmadım ve yalnız durdum ortamızda. tam da bu yüzden bir başkasına acı çektirmek için severken bile gidebilirim. fakat derdi ki ;

-bizi başkaları anlamaz. başkalarının aklı başkadır.

-peki öyleyse, dedim. çatlasın nar ve saçılsın hayatım yerlere..

hesapta hiçbir şeyi ciddiye almıyordum. bir zırhtı benimkisi.

insan hep çok sevilsin diye uğraşırmış. çok sevilince de ödü patlarmış. ben de kendimi koruyordum ve acı çekiyordum.

-korkacak bir şey yok, dedi. ben sana ne yapabilirim?

-çok şey, dedim.

günler geçti. geçti geçti. hırsla kapı çalındı. tarçınlı ıhlamur sarmıştı tüm evi. sakindim ve düşüncesizdim.

-biliyor musun? bir çocuk bir anneden dokuz ayda doğar. bir çocuk üç anneden üç ayda doğmaz!

ve gitti.

13 Kasım 2009 Cuma

mare nostrum

ilk defa denedim ve bu çıktı;

poppy seeds

sonra beğendim kurabiyelerini filanını falanını.

sonra ben hangisinden sonraki "sonraki blog"um acaba dedim. çok taktım buna. bildiğin gibi değil çocuk. ah dedim, içim yandı. kum tanesi bile yanımızda galaksiyi kucaklar dedim.

ha ha ha dedim.
ha ha ha.
hiç de komik olmayan bir şekilde ve hiç rahatımı bozmadan.
olduğun yerde durdum ve dedim ki;

ha ha ha.


benden küçük bir sevgilim vardı. fakültede birinci sınıftaydım o zamanlar. buluştuğumuzda avucuma dudaklarını bastırır öpmezdi. ben ise yine donuk ve huysuzdum. hiç unutmam bir kere eve döndüğümde annem;

"şuna bak öpüşmekten dudakları şişmiş."

demişti. utanmamıştım. öyle dolaba koşup buz da koymamıştım. e kadın haklıydı.
günler geçti ayrıldık. bak biz ayrıldık demiyorum. ayrıldık. biz diye bir şey hissetmemiştim ben yine. donuk ve huysuzdum. memnuniyet belirtisinden bihaber evrimimi tamamlamaya çalışıyordum. aman ne evrim!

ha evrim dedim. dedim de ne yapıyordur şimdi evren acaba?

evren bana oz büyücüsünün kitabını almıştı. hayatımda bana alınmasını dilediğim tek bir hediye kalmıştı artık geriye. onu da alırsam artık yaşamam için bir sebebiyetim kalmaz değil. sadece içimde hediye ukdesi kalmaz. ama ben o dilediğim ikinci hediyeyi başkasına almaya niyetlendim bu günlerde. etkilendiğim ve tanımadan değer verdiğim birine alacağım. -ah bak niyeti bozmuşum. direk almaya karar verdim az önce!-

ne anlatıyordum?

diyordu ki;

"en uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir
birbirini anlamayan."

can yücel.

ve biz bu ülkede paşalara ibne diyemediğimizden, ibnelere paşa deriz.

bi' dakika ya! diyecektim ki

hah tamam tamam! müsadenizle bir lavaboya..

içinde tarçın ve elmayı barındıran her şeyi yeme isteği


sabah: meyveli müsli ve süt

öğlen: mercimek çorbası

akşama girmeden: 1 kaşarlı kruasan ve ıhlamur çayı

akşam: meyveli müsliyi ve sütü, mercimek çorbasını, 1 kaşarlı kruasanı istifra etmek.

gece: meyveli müsli ve süt

sabah: 1 kase yoğurt ve 1 elma

öğlen: domates çorbası

akşama girmeden: 1 adet sade kruasan ve yeşil çay ve limon aromalı ice tea

akşam: fırında patatesli tavuk ve yoğurt ve salata ve dumanı üstünde bulgur pilavı

gece: daha gelmedi.

raison d'étre -birki.-

beklentilere ayak uyduramayan varlığım insanlara şizofren bir kahkaha atıverecekmiş gibi. bu beni bile ürkütüyor bazı zamanlarda.


silgiyi çok sık kullanmaya başladım,
izleniyorum.


solumdaki adam kendini teknoloji denen sıkıntıya koyvermiş. çalışanlar bağırışıyorlar işletmenin ayıbını. hiç böyle değil geldiğim yerde. hiç işletilen yerde müşterilerin yüzüne karşı bağırılır mı! gözüme kalemimin çatlakları ilişmeden önce camekanın dışında orta yaşlarda, renkli gözlü bir bey içeri girmek için önündekileri beklerken gözüme baktı, yoklarcasına.

sonra

sonra bu gün bir kitap bile aldım.

o adam çıktı şimdi, pantolonu da oldukça kirliymiş.

ben bu satırı yazmaya eğildiğimde mekanın önünden kimler geçti? -tam bu an sağımdan o beyefendi geçti.-

bardağının üzerinde uğur yazıyordu. uğurmuş. uğur'muş.


"sıra beklemekten gıcık kapıyorum. zaten vaktimiz kısıtlı, seni göremedim. oturamadık." kahve alamayan sevgili diğerine..

"dikkat edin gözünüze batmasın." otobüs şoförü şemsiyem için..

"hiç gizli örgüt bağı yoktu." vedat türkali..

"ılıktan soğuğa geçiş." ben deniz..

"ben ayrılıyorum." sakin ve çirkin çocuk.

"bi' imzanızı alabilir miyim?" yine deniz..

"kıza zaten dansçıymış." el ele tutuşan erkek sevgililer..

"neredeymiş???" kırmızılı beyazlı sarmal şekeri ısıran kız ısırmadan az önce..

""sen de şuraya otur." kendi ilk oturan bayan, erkek sevgilisine..

berrak sessizlik ve boğumlar

ben sadece iyi bir insan olmak istedim.
o her zaman ve her yerde var.
sadece iyi bir insan.
sadece de değil.
iyi bir insan.



"bahçemizin halinden baharımı kıyasla"

9 Kasım 2009 Pazartesi

how to grow a woman from the ground?*

bu bir uçurtmanın kaçışı

belki de değil.


bilmem, gökyüzünde aramak

doğru da değil.


*how?

6 Kasım 2009 Cuma

luthien ve beren.



-niye bana uzak duruyorsun?


-anlamadım, dedi. nasıl yakın olacağız? aramıza o kadar gereksiz şeyleri tıkıştırıyorsun ki...

luthien.

dudağımda ufacık bir ben'im olduğunu öpmeyen nereden bilecek ki!

unutmadan yazayım; sol elimin ağrısından gece uyuyamadığım gibi sabahın köründe uyandım. sebebi yine ağrısıydı tükenmek bilmeyen.


bu çaydanlıklarda arta kalan ılık sular bedenimi okşuyor. bir an için kadife içiyormuş hissiyle aldanıyor insan. ne fena.

gereksiz beklentiler içindeyim. tanrım hiç olmayacak şeyler!

ben neye ihtiyaç duyuyorum?

ben ne eşyaya, hangi anıya, hangi mahluka, hangi mesleğe, hangi bedene... sahip olursam tatmin olurum ki?

beni ne tatmin kılar? daha önceleri nasıl geçiyordu zaman? hep bir eksiklik, hep bir bunaltı tinimi saran. basitlikte yüzen içi boş cümlelerimle kimlerin beyinlerine imajlarımı salıkveriyorum? ve bunu niçin yapıyorum? sonucu, getirileri, götürüleri nedir? ne olacak yani?

salomé'ye mi özenti bir "suni" karakter inşaa ediyorum?

ben de mi küllerimden doğmaya meyillendim?

peki saf mıyım? yandığımda kimlere bulaşır korlarım? kimleri, daha başka kimleri yakarım?

ne saçma sapan bir sorgulama bu! kendimi bile kandırmaya çabalıyorum. kime bu onca eziyet? kimden öç alıyorum?

nereden geliyor bu belirsizliğin baş edilemeyen çirkin şehveti?

Âh ne süslü düşünceler bunlar!

ben koca bir ahmağım, kim ne derse desin!



"kendimi iyi hissetmiyorum." dedim.
"hemen buluşalım!" dedi.

4 Kasım 2009 Çarşamba

luthien.

saçlarımı şöyle geriye attığımda çok daha çekici olduğumu düşünüyordum, aynaya bakarken.
-niye böyle hassas sorular soruyorsun deniz

-hassa olduklarının farkında değilim

-*hassas


...


-pek de rahat olmayan bir yerden sana yazıyorum.

-kendini nasıl hissediyorsun?

-bağlanmaya gücüm yetmeyecek.

-en son ne zaman yetti ki! bile diyemiyorum. bu konuda sana isyan edemeyecek kadar bilgisiz bıraktın beni. hiç hatırlayamıyorum.

-canım sıkkın. boşluktan kaynaklı.

-O'na yalan mı söyledin?
-evet.
-bu gün focaccia yedin mi?
-bu belirsizlik beni tüketiyor! onları düşünmek beni tüketiyor!
-ben bir yere bakıp her yeri görüyorum.

1 Kasım 2009 Pazar

namus ne renktir bilemedim.



insan dediğinin namusu duygularıdır.

duygularını göz ardı edip de -en kolay iş hissettiğini inkar etmek-

sözlere güvenme cesareti gösteren herkes için ise namus;

zikredilen fikirlerdir.

ama dediğim gibi: kelimelere güveniyorsanız..