28 Aralık 2009 Pazartesi

you'll never be free of me

29 ocak ghetto:

el kadar bir gök

bana karşı dürüst olmak istiyorsan önce anlattıklarımı unutmalısın. sonra,
...
sonrası zaten hep kalır.
sana insanca duygular besleyen birini, bu duygularından ötürü yüzünü kızartacak kadar hayvansın. işte şimdi pek bir insan oldun.
nasıl hem bu kadar aynı hem bu kadar farklı olabiliyoruz?
şurada bir ateş böceği yere düştü.
gidelim buralardan n'olur,
rüzgara verelim yüzümüzü.
başımızın üzerinde kaldıysa merhamet bulutları,
onlara tutunalım.

22 Aralık 2009 Salı

ben beş yaşımdayken hayallerim dökülmeye başladı.


ve tüm bu geçen zaman boyunca kendime ne yapmaya gayret ettiğimi anlayamadım. aynamdaki o gülüşte bir hançer vardı, kaç yıl oldu hala hatırlarım.



şimdi aklıma gelmiyor; ama bir yerde bir şey unuttum ben, bu gün.



arzularınla, eylemlerini ve cesaretini denkleştirmeye korkuyor musun yoksa? hem yaşamın en değerli süsü dediğin şeyi istiyorsun hem de korkaklığı kabul ediyorsun. hem de çok istiyorum, ama alamıyorum diyorsun...

bu işi yapmaya cesaretin varken insandın.




..ve beynin muhafızı bellek, buhar olur.



üff ne aptalca!

20 Aralık 2009 Pazar

bana eğlenceli sorular soruyorsunuz bayım.

birine aptal dememek korkaklık değildir. insanlar(bazıları) aptal demezler. az da olsa insanların tevazuları vardır. tevazularından(nadir de bulunsa) dolayı demezler. hata yapabileceklerini bilirler.

ama sen, sen niçin insan olmaktan bu denli korkuyorsun?



insan niçin varolduğunun hesabını tutar ki her an? ya da tutmak zorunda mıdır? tamam, varoluşunun nedenini mutlak suretle sorgulamalıdır. fakat benim gibi her an, her fikirde ve olur olmaz her fikrin ne için zihnine düşmesine varacak kadar yapmamalıdır bu eylemi. yoksa ne oluruz?

deli.

sizin de aranızda benim gibiler var mıdır? normal nedir? her duruma kılıf uyduran o sahtekâr normal nedir?

boktan bir durumdur. hepsi bu bebeğim. benim bebeğim.

düşünmekten ipin ucunu kaçırınca sonraya bir şey kalmıyor. belki yine o kapımı çalarlar sonra.

ha bir de;

düşman şairler kardeş şiirler yazar.

demeden geçemeyeceğim.

15 Aralık 2009 Salı

14 Aralık 2009 Pazartesi

ballad

zamanın psikolojik oku ile vurulduk hepimiz. öyle olmasın isterdim. pekiyi o zaman neyle vurulacaktık?

bilmiyorum.

benim bir yerde çoğunuzun okuduğu gibi okuduğum o iki satırlık mana denizinde batmış cümleye katılmıyor oluşum aradığımın bulduğuma yettiği demek değildir. neydi o cümle?


evlilik iki insanın cinsel organlarının tapularını birbirine teslim etmeleridir'e benzer bir şeydi.


ve benim bir yerde çoğunuzun okuduğu gibi okuduğum o iki satırlık mana denizinde batmış cümleye katılmıyor oluşum aradığımın bulduklarıma yettiği demek değildir. neydi o cümle?


benim hayalimdeki aşk iki insanın birbirini sahiplenmesinden öte bir şey.


bunlardan daha farklı olmalı. daha basit.


koşulsuz ve kusursuz. daha aşağısını kabul edemem. olamaz da.


daha basit.

someday you will ache like i ache

"the only boy i understand
the one ashamed to be a man
just rape the world
because you can
that's what it takes
to be a man"

negative feedback

...

bir histen bir ordu yaratmaktır.

-efendim, ne?

12 Aralık 2009 Cumartesi

this is a road story.

ilk sırt çantamı, babamın parasıyla dört yaşımda aldım.
ilk ütümü sekiz yaşımda önlüğüme yaptım.
ilk defa toplu ölümü annemin amcası, yengesi, üç erkek ve bir kız kuzeni katledilirken on yedimde gördüm.
ilk öpüşmemi on dokuz yaşımda yaşadım.
kızlık zarımı beş yaşımdayken annemin boya fırçaları sayesinde kendim bozdum.
ve bunun ardından aynı gün içerisinde bir kaç saat sonra psikoloğa ilk defa beş yaşımda gitmişim.
ilk defa yirmi ikimde evlendim.
yüzmek için ilk defa kollluksuz olduğumda amcam yanımda vardı.
ilk resmimi resim hocam cemileye gösterdim.
ilk defa kutsal acı ve büyük hazzı yirmi üçümde tanıdım.
ilk şehir dışına çıkışım didim için oldu.
ilk defa bir ölüden kalan yadigara odamda yer vermem on altımda oldu. çerçevenin içindeki resmi teneke olan çikolata kutusuna atıp kendiminkini koydum.
ilk yalanım "hayır kahvaltı yapmadım." oldu daha okula gitmezken.
ilk anneannem beni sayısız kere sevdi.
bir erkek tenine ilk dokunuşum dokuz yaşımda oldu.
ilk boşanma davama yirmi üçümde girdim.
ilk intihara kalkışım on iki yaşımdayken oldu.
on dokuzumda, colorado'da baş parmağımı ilk otostopum için kullandım.
ilk intihar eden amcam oldu.
ilk birleşmeyi sekiz yaşımda yanıbaşımda gördüm, duydum.
beni havuzda ilk defa amcam kusturdu sekiz yaşımdayken.
ilk defa otuz ikimde orgazm oldum.
ilk gördüğüm ölü beden babamın babasıydı.
ilk sevgilim benden iki yaş küçüktü, ikinci sevgilim benden on yedi yaş büyüktü.

9 Aralık 2009 Çarşamba

this is not a road story.

aptal.

eskiler alıyorum. eskici.


istemiyordum. hiçbir notaya çalışmak istemiyordum. aptal olmak, görmemek, sağırlaşmak istiyordum. batık devlet üniversitelerinin birinde ucuz bir felsefe bölümü okumak istiyordum belki de, bir ucube olarak. fransız üniversitelerinin birinde para yiyerek ve askıdaki kahvelere destek olarak boş bir hayat geçirmeliydim. ya da ne bileyim çengelköy hıyarcısı bile olabilirdim. ama hiç istemiyordum belirsizliğimi sayende zorunlu kılmayı. bulanıklığı sabitlemek adına bu kadarı istenmemeliydi benden.

siyahi bir ten ve süt beyazı cümleler. marilyn monroe kareleri ve gecekondular. boktan şeylerdi bunlar.

adam kimdi? o ne istiyordu bencilliğine? ne yönünü tatmin etmeye peşimdeydi?

sanırım bana gönül hicazları yapacak değil. fiziksel bir çekim de söz konusu olmadı. yine de beni yiyor. beni yiyorlar küçüğüm. "beni yiyorlar küçüğüm."


bu defteri yakmalı. içi çok boş. dünya bunun hesabını sormadan ateş olarak ödüllendirmeli onu. potansiyelini çabucak kinetiğe dönüştürmeli sorgulanmadan. elektronikleşmiş bu diyarda böylesi insan kokan bir defter çok ilgi çekici olabilir. uyuşmuşları ürkütmemeli. onlar "yutulmuş olmak"tan ahesteler. şimdi kim dört nala koşturacak, hangi "insan seven"?

kalk şimdi, yaslan kitaplara. gerisi önemli değil zaten.


eve geldiğinde yemek yeyip sevişmekten daha başka işler yapacak ve paylaşacak biri lazım o'na.

-bok vardı!
-ne vardı?
-bok vardı!

kimi kandırıyorsun?
Ahenktar soluk alıp vermeler. Alıp vermeler. Alıp vermeler.


"ancak bu suretledir ki, kendimizi alışkanlıkların sürüklediği gayri tabii inhiraftan(sapmadan) kurtarmış; safiyetimize, hakikatimize irca etmiş(döndürmüş) oluruz" o.v.kanık (1941,Garip,Önsöz)

-hangi suretle orhan veli? hangi suretle söyler misin?




hele bu sonuncusu en sevdiğim. binlerce kez aynı pozu hayata ben verdim. ondan görmek de ayrı güzel.


ahmet altan-içimizde bir yer/gel ve al

bazı sahneler, bazı cümleler vardır ki,okyanusların karanlıklarında yüzen fosforlu balıklar gibi hafızanızın derinliklerinde ışıklar saçarak yalnız başlarına dolaşırlar.

kendi içinize kapandıkça,yalnızlaştıkça,haya tın görünen yüzünden diplere kaçtıkça,o sahnelerle cümlelerin ışığı daha keskinleşir,renkleri daha canlanır,onlara dokunmak istersiniz.

tuhaftır,bu tür cümlelerle sahneler,siz onlara yeniden dokunduğunuzda sizi ilk rastlaştığınız yaşlarınıza geri götürürler.

ve ,siz onları hayatınızın bu gününe çekmeye,onları yaşamaya çabalarsınız.

çocukluğunuzla yaşlılığınız arasında ışıklı kelimelerden bir köprü kurulur ve siz o cümleyi ilk kez duymuş olan çocuğun heyecanıyla o köprüden geçerek birini beklersiniz.

ben,çehov'un martı piyesini kenterlerin o yıllarda yeni açılmış olan harbiye'deki tiyatrosunda seyrettiğimde herhalde on iki on üç yaşındaydım.
piyesi çok iyi anlamamıştım.

ama orada bir sahne ve bir cümle vardı.

genç kız,aşık olduğu yaşlı yazara bir madalyon hediye ediyordu.

madalyonun arkasında,yazarın kitabının adı ve bir sayfa numarası kazılıydı.

yazar kendi kitabını açıp o sayfayı bularak benim asla unutamadığım o cümleyi okuyordu:


" eğer birgün hayatıma ihtiyacın olursa gel ve al onu."


cümlenin gücü çocuk zihnimi dağlamıştı.

bir insan,kendi hayatını sunacak kadar çok seviyordu birisini.

cümle,bir hayal sahnesi yaratmıştı içimde.

bir gece trenindeyim.piyesteki yazar gibi yaşlıyım.dışarda yağmur yağıyor.

tren pencerelerinin ışıkları,rayların yanındaki ıslak ağaçlara,taşlara,tarlalara yansıyarak parlak izler oluşturuyor.

başını trenin hafifçe buğulanmış penceresine dayamış bana bakan genç kadın,pencereye vuran gölgesinden yağmur damlaları akarken,kırık,biraz kederlisinden çok kararlı bir sesle bana bu cümleyi söylüyor.


"eğer bir gün hayatıma ihtiyacın olursa gel ve al onu"


ben ona gülümsüyorum.

çaresizliği saklamaya çalışan bir gülümseme bu.

genç kadın,söylediği cümlenin küçümsendiğini düşünüyor ama o kadar çok seviyorki,bu yanılgı bile onu cümlesinden ve duygularından vazgeçirmiyor.

bir zaman sonra ben ölüyorum.

genç kadın bir adamla evleniyor.

aradan yıllar geçiyor.

ve bir akşam, kocasına bu sahneyi anlatıyor.
"bana gülümsedi,diyor önce bunun küçük bir gülümseme olduğunu sandım ama yıllar geçtikçe onun o andaki bakışlarında hissedilen tutkuyu daha çok farkettim,onun için her şeyden,bütün hayatımdan vazgeçmeye hazırdım.bilmem neden,o istemedi.

yıllarca bu hayali kurdum.

böyle bir cümleyi söyleyebilecek,"hayatıma ihtiyacın olursa gel al" diyecek birine öylesine ihtiyaç duyuyordum ki,bana hayatını sunacak kadının varlığını hayalimde hissedebilmek için aynı hayalin içinde ölmeye razı oluyordum.

neden,hayalimde,bana o cümleyi söyleyen kadının elini tutup ilk istasyonda inmiyordum,bilmiyorum.

belki,çehov'un çaresiz kederi bu cümleyle ruhuma sızmıştı.

belki,bu cümlenin devamında yaşanacakları düşünmeye çocuk hayalim müsait değildi.

belki de bu cümleyi dokunulmamış,denememiş bir halde bırakmak istiyordum.

nedenlerini bilmiyordum ama beni bu kadar sevecek ve bana bu cümleyi söylecek bir kadın olsun istiyordum.

böyle bir cümlenin hayatta ancak bir kez ve ancak bir insana söylenebileceğini,insanın hayatında bu sahnenin ikincisi olmayacağını da hissediyordum.

önceleri,kendini yaşlı yazarla özdeşleştiren çocuk ruhum,kendini bu cümlenin söylendiği insanın yerine koyarken sonraları kendimi bu cümleyi söyleyen bir erkeğin yerine koymaya başladım.

sadece beni seven,bana hayatını sunan bir kadını değil,sevdiğim ve hayatımı verecek kadar seveceğim bir kadını da özlüyordum.

ben de söylemek istiyordum o cümleyi.


"eğer birgün hayatıma ihtiyacın olursa gel ve al onu"


bu,cümle okyanusların derinlerindeki fosforlu balıklar gibi gücünü ve ışığını hiç yitirmeden hafızamın ve hayallerimin derinliklerinde dolaştı yıllarca.

aşk denildiğinde aklıma hep bu cümle geldi.
ne zaman aşık olsam,bu cümleye yakalanıp çocukluğuma geri döndüm.

ne kendi sevgimde ne de karşımdakinin sevgisinde bu cümleden daha azına razı olmadığım için huysuzlandım,acı çektim,kederlendim.

bu cümle,ben ne kadar yaşlanırsam yaşlanayım,beni hep kırılgan bir çocuk gibi tuttu.

"eğer diye başlayan bu cümleye dokunan bir yanım,en çabuk kırılan yanım oldu.

kendi hayatında biraz soğuk ve kibirli olan,

büyük aşklardan ve tutkulardan kaçan,

kadınlarla neşeli ve yüzeysel oynaşmaları yeğleyen,

bir dostunun deyimiyle,

"sevmeden iyi ve cömert,bağlılık duymadan müşfik ve dikkatli olabilen"

bir başka dostunun tarifine göre de,

"kalbinin derinliklerinde olup bitenleri yakınlarından hiçbirinin tamamen anlayamadığı"

ama bütün bunlara rağmen tutkuyu,

ihtirası,aşkı bilen,

belki de ruhundaki bu ikiliğin sıkışıklığını yaşayan çehov'un hüzünlü çaresizliği,

tek bir cümleyle benim çocuk ruhuma sızmış,

beni bu cümlenin gücüyle damgalamış ve beni bu cümlenin peşine düşürmüştü.

yıllar geçti,o piyesi seyrettiğim günden bu yana.

yaşlandım

yazar oldum.

gece trenleri geçti.

yağmurlar yağdı.

kadınlar oldu.

hayalimdeki her şey hayatın içinde vardı.

ama bir araya gelip bir trenin penceresine başını dayayan bir kadına dönüşemedi.

" martı" piyesini okuduğunda,bu piyesi sevmeyip,

"sen dantelacı kızlar gibi yazıyorsun"

diyerek alay eden tolstoy'un alaycılığından yaralandığı için belki de piyeslerindeki cümleleri gerçek hayatta söylemekten utanan,

böyle bir cümledeki en ufak bir yalan kırıntısının,

söyleyeni de ,dinleyeni de gülünçleştireceğini hissedip bu cümlelerden korkan çehov'un korkusu bana da geçti.

hem bu cümleyi arayıp,hem bu cümleden çekindim.

bu cümlenin sahte bir sesle söylenmedinin hepimizi "bir dantelacı kız"haline sokmasından korktum belki.

böyle bir cümlenin gerçeğine inanmakta zorlandım.

sadece hayallerimde ve istediğim ses tonuyla söyleyip söylettim o cümleyi.

artık yaşlandım.

kitaplar yazdım.

ölüm de artık başkalarına ait bir masal değil benim için.

ve,bu cümleyi,bu cümlenin bütün gerçekliğini ve gücünü hissederek söylemek,

büyüklerin korkularına esir olan çocukluk hayallerimi kurtarmak istiyorum artık.


"eğer birgün hayatıma ihtiyacın olursa gel ve al onu"

8 Aralık 2009 Salı

mösyö

aşık atıyor havva
ağacın tepesinden
sen misin o diyor
o cesareti armağanladığım tüm kadınlar
ha söyle
bendim diyorum
o suçlu
oldum ve öldüm diyorum.
bahşedildin diyor
bastın üstüme itsin sen diyor
sesim gidiyor daha da gelmiyor yerine

rüyanın bir pasajında kaldı üryan bedenim
analar doğurmadı böyle yabanı
ve sen bilmiyorsun benim bildiklerimi
çokça şaşaalı

7 Aralık 2009 Pazartesi

6 Aralık 2009 Pazar

this is not a road story.

"

bazısı anlattıklarımı öyle bir can kulağıyla dinliyor ki,

bana ve hayallerime öyle inanıyor ki.

çok insanla olmaz bu,

yani belki gençken olur,

belki gençken kardeşlik duygusuna daha fazla sahipsindir.

zamanla yaşama ve insanlara olan inancını yitirdikçe güçleşir her şey,

kardeşlik duygusundan geçtim, arkadaşlık duygusu bile hissedemez olursun.

kırık dökük,

sürüye sürüye

ucube ettiğin

bir şeyler

yaşarsın

işte.

"

illusions and traces...





rembrandt(1606-1669)
illusions and traces :)


illusions and traces..


leonardo-kayalıklardaki meryem/kayalıklar bakiresi


albert dürer-el etüdü/desen


rubens


rubens-héléne fourment


velasquez-aynalı venüs

illusions and traces :)

illusions and traces




illusions and traces :):))

4 Aralık 2009 Cuma

a road story

ne kadar çok ararsam bulamam aslında.
ve ne kadar acele ettiysem de yetişemedim hiç.
bunu birine söylemiştim oysa
'hep geç kaldığımı'
ananem gibi severim
kovaya su doldurup yıkanmayı
ve ben o avam garde duşlarda büyümemişim hiç
son tastaki su ile hızla bir dua yıkardı bedenimi
neydi o bilir misin
deniz yukarı su aşağı
deniz yukarı
su aşağı
deniz
yukarı
su
aşağı
deniz
yukarı
su
aşağı
.
.
.
keşke yalnız bunun için sevseydin beni.

2 Aralık 2009 Çarşamba

isis ilahisi

birinci ve sonuncu olduğum için

hem kutsanan hem aşağılanan benim

fahişe ve azizeyim

bir erkeğin eşiyim ve bakireyim

anneyim ve kızım

annemin kollarıyım

kısırım ve çocuklarım sayısız

evliyim ve bekarım

dünyaya getirdim ve hiç doğurmadım

doğum sancılarının ilacıyım

hem karıyım hem koca

ve beni erkeğim yarattı

babamın annesiyim

kocamın kızkardeşiyim

ve o da benim dölümdür

bana hep saygı gösterin

çünkü ben hem kepazeyim hem muhteşem

29 Kasım 2009 Pazar

sense of humour

yayalara yeşil yanmasını bekledi, karşıya geçti. bronzdan heykeli görüp adamı düşündü, göğsünü açtığı geceki arzu dolu bakışını üzerinde hissetti tekrar. elleri göğüslerine oradan da dudaklarına gitti. şehrin ortasında, gözlerini uzaktaki dev ekrana dikti ve bedeninin herhangi bir yerine dokunmaksızın orgazma ulaştı, oracıkta, herkesin gözü önünde.

kimse fark etmedi bunu; herkes çok, çok meşguldü.

28 Kasım 2009 Cumartesi

25 Kasım 2009 Çarşamba

human nature

edindiğim azıcık deneyim bana gösterdi ki, kimse herhangi bir şeyin efendisi değildir, hepsi sadece bir yanılsamadır, maddi zenginlikler de, ruhsal zenginlikler de. çantada keklik sandığını kaybetmiş olan kişi (ki bu başıma sık sık geldi), sonunda hiçbir şeyin ona ait olmadığını öğrenir.

ve hiçbir şey bana ait değilse,

..

(bekle)

24 Kasım 2009 Salı

enfarktüs

kimsenin merak etmediği bir hayattan duyulan dehşet.

önemsenmemek.


why should i stay?

jamais vu..

kaygılarımı anlamak onun görevi, çünkü ben bir kadınım, kırılganım ve üstelik bu kentte bambaşka biriyim.

o bir erkek. bir sanatçı. şunu biliyor olmalı, insanoğlunun amacı mutlak aşkı anlamaktır. aşk başkasında değil kendimizdedir; onu biz uyandırırız. ama uyanması için bir başkasına ihtiyaç duyarız. evren, sadece heyecanlarımızı paylaşacak biri olduğunda anlam kazanır.

seksten yorulmuş mu acaba? ben de öyleyim ve buna rağmen ne o ne de ben biliyoruz aşkın ne olduğunu. hayatın temel taşlarından birinin ölmesine izin veriyoruz - beni kurtarmasına ihtiyacım vardı, onun da benim onu kurtarmama ihtiyacı vardı, ama bana seçim şansı bırakmadı.

jamais vu..

en can alıcı öğüt, Nyah diye bir filipinli'den geldi:

"orgazm olurken inlemelisin. öyle yaparsan müşteri sana bağlanır."

"iyi ama niye ki? kendileri tatmin olsun diye para veriyorlar."

"aldanma. bir erkek, ufaklığın kalkmasıyla kanıtlamaz erkekliğini. erkek, ancak bir kadına zevk verebiliyorsa erkektir. hele bu kadın bir fahişeyse, o zaman kendini kral gibi hisseder."

21 Kasım 2009 Cumartesi

erkek olanlarınız bilirler.

"sürün, yalancı köpek! "

diye bağırıyordu kapıyı ardından çekerken genç kadın. üç beş merdiveni indi, uçarcasına yürümeye başladı sokakta. ardından gidiyordum, hızına ayak uydurmuşum. caddeye çıktı. az ileride düşünmeden bir kafeye atıldı. kapı tavandaki süslere çarptığında uyduruk bir tını ile yalancı piyano tuşlarını getiriyordu akla. bu onu daha da sinirlendirmişti belli ki. iki kişilik masadan bir sadalye çekti ve attı kendini sandalyeye. saçları o hız ile yüzüne dağıldı; koyu siyah, parlak saçları. her masanın tam ortasına gelecek şekilde yerleştirilmiş şişman avizeler vardı. ışıklar sarıydı, bu da ortamı loş yapıyordu. bayat bir ekmek gibi düşündü. uzunca bir koridorun yedinci masasındaydı kendisi. tam karşısında boylu boyunca uzanmış bir tezgah, tezgahın arkasında içleri emilmiş gibi bakan üç adam ve mavi önlüğünün yakasındaki boynunu çevreleyen danteli sararmış şişman bir bayan. kafenin kapısının bir adım ötesindeki dünyadan habersizce bir kaç müşterinin ne içip, ne yiyeceklerini sorarak geçiriyorlardı vakitlerini sanki. adam umarsızca makinadan çıkan bardakları kuruluyordu, kurulamayı refleks olarak yaptığı belliydi. alıyordu, içine ve dışına bez gelecek şekilde siliyordu, tezgaha koyuyordu. alıyordu, içine ve dışına bez gelecek şekilde siliyordu, tezgaha koyuyordu. alıyordu, içine ve.. nispeten uzun boylu olanı ise tost makinasında kurumuş ekmek kırıntılarını ve peynir kurularını törpülüyordu. elleri hızlıydı, kahvaltı bıçağıyla her tost makinasının çelik yüzeyine vurduğunda derinlerden gelen ses biraz daha kayboluyor, metallerin delici sesi ortaya çıkıyordu. babamın cenazesi soğuk hamburgerden farksızdı. dedi yüksek sesle. bir an metal sesi kayboldu. kafe irkildi ve kendine geldi. donuk yüzünde yaşam belirtisi gösteren bir çift göz ile bakakalmıştı, uzun. kahvaltı bıçağını kavrayan elinin hizasında kızın kafası vardı. kız dişlerini sakınmadan güldü yabancıya.

"iki sade kahve yolla." dedi.
"bok ye."
"yok mu sende hiç merhamet?"
"merhamete ihtiyacı olanlarda olur merhamet."

ısrar etmedi, kahve içmeden de oturabilirdi pekala. sadece çişi gelmişti. gözleriyle tuvaleti aradı, çantasını alıp gitti. aradan tuvaletten çıkmasını bekleyen iki bayanlık bir zaman geçti. hala içerdeydi.

"girip baksak iyi olur."
"emin misin?"
"evet iyi olur."

girip bakmadılar. uzunu çağırdılar. kapıyı açtı,

"kokain bu moruk, kokain." dedi kız, yine dişlerini sakınmadan gülüyordu. kucağına alıp masaya götürürken susmuyordu.

"köpeklerimi çok seviyorum. az evvel evcilleştirilmiş birini daha sokağa fırlattım biliyor musun? ve ne kadar da isabetliydin. merhamet. köpeklerimi seviyorum. onlara gerçekten bir köpekmiş gibi davranıyorum. sıra sana gelmedi henüz ve evcilleşmelerine izin vermiyorum. baksana, beyzbol sopan hala yatağın altında mı? çağdaş dünya edebiyatı hakkında ne düşünüyorsun? yazarlar bu dünyanın orospularıdır. bu orospu çocuklarına dersini vereceğim. hepsi bu. anlıyor musun, hepsi bu!!"

sandalyeye yaymıştı kıçını, iki sıcak, sade kahvesi masadaydı ve masayı ortalayan avizeden düşen ışık kahvenin yüzeyinde dalgalar yaratıyordu. aksini görebilecek kadar siyahi, iki fincan kahve. kendinden tiksindi ve kahvesine tükürdü. gördüğü evcilleşmiş bir köpekti.

doğaya aykırı değil miydi bu? onun için en doğal somut varlık vitrin mankenleriydi. doğa anca bu kadar suni alt tabakalarda yaşam bulabilirdi. saat bir. saat üç. saat beş. iyi yolculuklar.

17 Kasım 2009 Salı

erk

esrik tin.
bakire
devrik
düşler
kumarbaz
kunta kinte
saksafon
cinsiyet
sicim
kruasan
kanepe
cinayet
kalleş
mahmure
devlet

kirâze
uzut
muadil
susamuru
aliterasyon
angın
ukde
tuval
iskarpela
akordeon.

sessizlik ve boğumlar

" 'savaş istiyoruz! '

En önce vuruldu
Bunu yazan. "

bertolt brecht


"güzelsin sevgilim
ama çok yakından!"

cemal süreya

14 Kasım 2009 Cumartesi

bir dişi aslanın yüreği

bir sevgilim oldu.

tenleri sürekli birbirine değen aşıklardık. bilirdi ben hep aldatırdım. hep de aldatacaktım. pek ses etmezdi. kendisini hepsinden ayrı tutardım bilirdi. küçüğüm demem de ondandır. beni çocuk diye severdi. kızardım. derdi ki;

-çocuk kelimesine en çok çocuklar kızarmış çocuk!

aldırış etmezdim. sakınmazdım şımarıklıklarımı, ukalalıklarımı yanındayken. olabildiğince kendimdim onunla geçirdiğimiz vakitlerde. onun ne hissettiğini pek bilmezdim. çok konuşmazdık. ya aşk ederdik ya da bakışırdık. yemek yerdik birlikte pahalı otel lobilerinde. kısıtlıydı zaman ya da bana dört nala koşuyormuş gibi gelirdi. çok severdim onu. çok da severim.

tarçına bayılırdı. mis kokulu baharat. ben de severdim. elmalı turtalarımın hatrını hep sorardı. öyle çok isterdi ki;

"hayatımın tek hatası turta yapmayı öğrenmek!" derdim.

ben de içimden geldiği için ona pişirirdim. bir başkası için yemek pişirmek eziyet olsa da değer verdiklerim için neşe sebebimdi.

tiyatroya, arkadaşlara, sahillere giderdik.


geçmişten dolayı geleceği cezalandıran ahmak bir yapım var. ne bir yere bağlanabildim ne de bir yere gidebildim. köklerimi salmadım ve yalnız durdum ortamızda. tam da bu yüzden bir başkasına acı çektirmek için severken bile gidebilirim. fakat derdi ki ;

-bizi başkaları anlamaz. başkalarının aklı başkadır.

-peki öyleyse, dedim. çatlasın nar ve saçılsın hayatım yerlere..

hesapta hiçbir şeyi ciddiye almıyordum. bir zırhtı benimkisi.

insan hep çok sevilsin diye uğraşırmış. çok sevilince de ödü patlarmış. ben de kendimi koruyordum ve acı çekiyordum.

-korkacak bir şey yok, dedi. ben sana ne yapabilirim?

-çok şey, dedim.

günler geçti. geçti geçti. hırsla kapı çalındı. tarçınlı ıhlamur sarmıştı tüm evi. sakindim ve düşüncesizdim.

-biliyor musun? bir çocuk bir anneden dokuz ayda doğar. bir çocuk üç anneden üç ayda doğmaz!

ve gitti.

13 Kasım 2009 Cuma

mare nostrum

ilk defa denedim ve bu çıktı;

poppy seeds

sonra beğendim kurabiyelerini filanını falanını.

sonra ben hangisinden sonraki "sonraki blog"um acaba dedim. çok taktım buna. bildiğin gibi değil çocuk. ah dedim, içim yandı. kum tanesi bile yanımızda galaksiyi kucaklar dedim.

ha ha ha dedim.
ha ha ha.
hiç de komik olmayan bir şekilde ve hiç rahatımı bozmadan.
olduğun yerde durdum ve dedim ki;

ha ha ha.


benden küçük bir sevgilim vardı. fakültede birinci sınıftaydım o zamanlar. buluştuğumuzda avucuma dudaklarını bastırır öpmezdi. ben ise yine donuk ve huysuzdum. hiç unutmam bir kere eve döndüğümde annem;

"şuna bak öpüşmekten dudakları şişmiş."

demişti. utanmamıştım. öyle dolaba koşup buz da koymamıştım. e kadın haklıydı.
günler geçti ayrıldık. bak biz ayrıldık demiyorum. ayrıldık. biz diye bir şey hissetmemiştim ben yine. donuk ve huysuzdum. memnuniyet belirtisinden bihaber evrimimi tamamlamaya çalışıyordum. aman ne evrim!

ha evrim dedim. dedim de ne yapıyordur şimdi evren acaba?

evren bana oz büyücüsünün kitabını almıştı. hayatımda bana alınmasını dilediğim tek bir hediye kalmıştı artık geriye. onu da alırsam artık yaşamam için bir sebebiyetim kalmaz değil. sadece içimde hediye ukdesi kalmaz. ama ben o dilediğim ikinci hediyeyi başkasına almaya niyetlendim bu günlerde. etkilendiğim ve tanımadan değer verdiğim birine alacağım. -ah bak niyeti bozmuşum. direk almaya karar verdim az önce!-

ne anlatıyordum?

diyordu ki;

"en uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir
birbirini anlamayan."

can yücel.

ve biz bu ülkede paşalara ibne diyemediğimizden, ibnelere paşa deriz.

bi' dakika ya! diyecektim ki

hah tamam tamam! müsadenizle bir lavaboya..

içinde tarçın ve elmayı barındıran her şeyi yeme isteği


sabah: meyveli müsli ve süt

öğlen: mercimek çorbası

akşama girmeden: 1 kaşarlı kruasan ve ıhlamur çayı

akşam: meyveli müsliyi ve sütü, mercimek çorbasını, 1 kaşarlı kruasanı istifra etmek.

gece: meyveli müsli ve süt

sabah: 1 kase yoğurt ve 1 elma

öğlen: domates çorbası

akşama girmeden: 1 adet sade kruasan ve yeşil çay ve limon aromalı ice tea

akşam: fırında patatesli tavuk ve yoğurt ve salata ve dumanı üstünde bulgur pilavı

gece: daha gelmedi.

raison d'étre -birki.-

beklentilere ayak uyduramayan varlığım insanlara şizofren bir kahkaha atıverecekmiş gibi. bu beni bile ürkütüyor bazı zamanlarda.


silgiyi çok sık kullanmaya başladım,
izleniyorum.


solumdaki adam kendini teknoloji denen sıkıntıya koyvermiş. çalışanlar bağırışıyorlar işletmenin ayıbını. hiç böyle değil geldiğim yerde. hiç işletilen yerde müşterilerin yüzüne karşı bağırılır mı! gözüme kalemimin çatlakları ilişmeden önce camekanın dışında orta yaşlarda, renkli gözlü bir bey içeri girmek için önündekileri beklerken gözüme baktı, yoklarcasına.

sonra

sonra bu gün bir kitap bile aldım.

o adam çıktı şimdi, pantolonu da oldukça kirliymiş.

ben bu satırı yazmaya eğildiğimde mekanın önünden kimler geçti? -tam bu an sağımdan o beyefendi geçti.-

bardağının üzerinde uğur yazıyordu. uğurmuş. uğur'muş.


"sıra beklemekten gıcık kapıyorum. zaten vaktimiz kısıtlı, seni göremedim. oturamadık." kahve alamayan sevgili diğerine..

"dikkat edin gözünüze batmasın." otobüs şoförü şemsiyem için..

"hiç gizli örgüt bağı yoktu." vedat türkali..

"ılıktan soğuğa geçiş." ben deniz..

"ben ayrılıyorum." sakin ve çirkin çocuk.

"bi' imzanızı alabilir miyim?" yine deniz..

"kıza zaten dansçıymış." el ele tutuşan erkek sevgililer..

"neredeymiş???" kırmızılı beyazlı sarmal şekeri ısıran kız ısırmadan az önce..

""sen de şuraya otur." kendi ilk oturan bayan, erkek sevgilisine..

berrak sessizlik ve boğumlar

ben sadece iyi bir insan olmak istedim.
o her zaman ve her yerde var.
sadece iyi bir insan.
sadece de değil.
iyi bir insan.



"bahçemizin halinden baharımı kıyasla"

9 Kasım 2009 Pazartesi

how to grow a woman from the ground?*

bu bir uçurtmanın kaçışı

belki de değil.


bilmem, gökyüzünde aramak

doğru da değil.


*how?

6 Kasım 2009 Cuma

luthien ve beren.



-niye bana uzak duruyorsun?


-anlamadım, dedi. nasıl yakın olacağız? aramıza o kadar gereksiz şeyleri tıkıştırıyorsun ki...

luthien.

dudağımda ufacık bir ben'im olduğunu öpmeyen nereden bilecek ki!

unutmadan yazayım; sol elimin ağrısından gece uyuyamadığım gibi sabahın köründe uyandım. sebebi yine ağrısıydı tükenmek bilmeyen.


bu çaydanlıklarda arta kalan ılık sular bedenimi okşuyor. bir an için kadife içiyormuş hissiyle aldanıyor insan. ne fena.

gereksiz beklentiler içindeyim. tanrım hiç olmayacak şeyler!

ben neye ihtiyaç duyuyorum?

ben ne eşyaya, hangi anıya, hangi mahluka, hangi mesleğe, hangi bedene... sahip olursam tatmin olurum ki?

beni ne tatmin kılar? daha önceleri nasıl geçiyordu zaman? hep bir eksiklik, hep bir bunaltı tinimi saran. basitlikte yüzen içi boş cümlelerimle kimlerin beyinlerine imajlarımı salıkveriyorum? ve bunu niçin yapıyorum? sonucu, getirileri, götürüleri nedir? ne olacak yani?

salomé'ye mi özenti bir "suni" karakter inşaa ediyorum?

ben de mi küllerimden doğmaya meyillendim?

peki saf mıyım? yandığımda kimlere bulaşır korlarım? kimleri, daha başka kimleri yakarım?

ne saçma sapan bir sorgulama bu! kendimi bile kandırmaya çabalıyorum. kime bu onca eziyet? kimden öç alıyorum?

nereden geliyor bu belirsizliğin baş edilemeyen çirkin şehveti?

Âh ne süslü düşünceler bunlar!

ben koca bir ahmağım, kim ne derse desin!



"kendimi iyi hissetmiyorum." dedim.
"hemen buluşalım!" dedi.

4 Kasım 2009 Çarşamba

luthien.

saçlarımı şöyle geriye attığımda çok daha çekici olduğumu düşünüyordum, aynaya bakarken.
-niye böyle hassas sorular soruyorsun deniz

-hassa olduklarının farkında değilim

-*hassas


...


-pek de rahat olmayan bir yerden sana yazıyorum.

-kendini nasıl hissediyorsun?

-bağlanmaya gücüm yetmeyecek.

-en son ne zaman yetti ki! bile diyemiyorum. bu konuda sana isyan edemeyecek kadar bilgisiz bıraktın beni. hiç hatırlayamıyorum.

-canım sıkkın. boşluktan kaynaklı.

-O'na yalan mı söyledin?
-evet.
-bu gün focaccia yedin mi?
-bu belirsizlik beni tüketiyor! onları düşünmek beni tüketiyor!
-ben bir yere bakıp her yeri görüyorum.

1 Kasım 2009 Pazar

namus ne renktir bilemedim.



insan dediğinin namusu duygularıdır.

duygularını göz ardı edip de -en kolay iş hissettiğini inkar etmek-

sözlere güvenme cesareti gösteren herkes için ise namus;

zikredilen fikirlerdir.

ama dediğim gibi: kelimelere güveniyorsanız..

25 Ekim 2009 Pazar

nezaketen yapılan eylemler hep aslolanlarından daha zoruma gitmiştir.

-yani demem o ki boş beleş fikirlerle cephelerim çoğu zaman doldu taştı, olası durumlarda kustuklarımı yüzlerine sürmekten çekinmedim. fakat sizinkiler ne kadar bulandırsa da; kirlettikleri yer ancak görünebilir yerlerimdi.



biri* parçalara bölünüyor
yalnız uyuyarak yatağında
biri acıyı öldürüyor
tüm sessizliğin ortasındaki baharda
sonunda müthiş hızıyla uzaklara taşınıyor
biri heyecanlanıyor
bir kilisenin camında
beyaz güllerin arasındaki ise yakaladığı buketleri bir traktöre yediriyor, belki kendisi de bir hançerdir tüm saplantılara.


*unuttum sana yazdığım mektubun altına adımı yazmayı: belki hatırlarsın beni, senin çok eski bir çocuk hastalığınım kırk derece ateşte yattığın.

18 Ekim 2009 Pazar

se.

bazen alınganlaşırım
nerede olduğumu bilemem,
birkaç adım tökezler, yitik hissederim
kendimi.



tanıdığım herkes benden daha
uzun
daha zeki
daha müşfikmiş
gibi gelir bana,
ve daha az çirkin
elbette.



ama asla
uzun sürmez
bu ruh
hali.



etrafıma sıkı
bir bakış atarım,
çepeçevre
sert bir bakış
ve aklım başıma
gelir.



ama
bir süre
için
sadece.

17 Ekim 2009 Cumartesi

i swear i recognize your breath.

*


mistik kadın saçlarını at kuyruğu yapmış ve ensesini açmıştır. mistik erkek ise açılmış değil, enseyi "çıplak" görmektedir. kalenin aşağısından enseye attığı arzu oltasını kırmızılık yakalar ve bedenine hapsolur. sonrası enseye ufak, kaynayan bir et değer tenden önce. mistik adamdan buharlar fışkırır sonra tene. mistik kadın sadece açtır ve doymaya bakar. çember daralır ve mistik kadın ağır kumaşlardan örülü elbisesinden sıyrılır. çember daha da aralır ve mistik adam sandaletlerinden kurtulduğu an ipeği hisseder. mistikler kabarır ve bu görüntü aslında irite edicidir üçüncünün nezdinde.

*iyi geceler.
*bu arada
*söylemek istediğim bir şey var
*bu gece ki neşen, gözlerimi yokladı.
#efendim?
#ben ne söylediğini anladım, o'nun ne söylemek istediğini anlamadım.

16 Ekim 2009 Cuma

i wanted to be wrong.


parmakları bira kokuyor diye kimseyi sevmemezlik etmemiştin, sigara koksa bile aynı şey bu. sahi sen de yapardın ki bu gibi işleri.


sonra neden bilmem -zaten dünyanın en zor sorusu bu 'neden'-


bana o şarkıyı dinlettirdin. hiç bir şey diyesim kalmadı.


yüzüne dahi bakmadan sarıldım sana. o vedaydı işte. farkedemedin.



şimdi herkes beni arıyor o toplantıdan sonra.


sen, sen eski eşim;


o, o bana aşık eski bir dost;


fakülteden modern ilişki dostluklarının naftalinli insanları..


hatırlıyor musun korkuyordun. boşanana kadar ilişkiye girememiştik de boşanma davasının sonuçlanacağı hafta iyi olmuştun. yine de boşanmıştık. zaten de boşanmalıydık.


sonra dedim ya ilknur.. o sana dosttu, bana da aşık. kalemlerim hep bir başkasının kalem kutusundan çıkıyordu ya benim, ne paketleyici arkadaşlarımız varmış. ilknur da öyleydi. bir gece paketledik beni, aya gönderdik.


sahi saklıyor muydun bildiğini?


hiç bilemedim. hiç bilemez ki insan bu gibi şeyleri.


en kötüsü de kelimeleri fazla fazla sarfediyoruz. tükürür gibi. filmlerde de görüyorum bunu. sevmiyorum çok konuşkan bedenleri.


ne kadar aksi yöne kuvvet uyguluyoruz. bir gün, sadece bir gün ben de o sahneyi yaşarım umuyorum.



...ve bunu ne kadar yürekten dilesem azdır.




öyle cümleler kurulmuş ki; şu yaşımda tek kıskandığım o cümlelerin sahipleri. onları ben yazmalıydım. onları yazan ben olmalıydım.



-this one goes out to the one i love..d

14 Ekim 2009 Çarşamba

müsait bi' yerde.

dvorak dinlerken aklıma "ucuz etin yahnisi.." geliyor. "devamı neydi yahu?" devamını hatırlayamıyorum. ucuz etin yahnisi kalıyor beynimde. döndürüp döndürüp içimden söylüyorum. "ucuz etin yahnisi.. " diyorum. "ucuz etin yahnisi..



şimdi küçüğüm, ben van'da yaşayan biri, Deniz'e aşık. Deniz kendine aşık. egoları var, mavisi var, dalgası var; tehlikelisi, güvenlisi var. bir de ben varım. ben van'da yaşayan biri, Deniz'e aşık. hep van'da yaşayan biri, sonradan aşık. fakat bu Deniz ile öyle post-modern bir dostluğumuz var ki o hep modernizme bencilliğiyle ödüller yağdırıyor. onun bazı davranışları tuzu olup modern dostluğumuzu sosluyor. öylesine modern ki, babamın intihar ettiği gün buluşmamıza gidemediğim için beni cezalandırıyor sonraki günlerde ve daha sonraki gü..

şimdi küçüğüm, ben van'da yaşayan biri, Deniz'e aşık. Deniz kendine aşık. egoları var, mavisi var, dalgası var; tehlikelisi, güvenlisi var. bir de ben varım. ben van'da yaşayan biri, Deniz'e aşık. hep van'da yaşayan biri, sonradan aşık. fakat bu Deniz ile öyle post-modern bir porno hayatımız ki o hep modernizmine yeni kamaların sutralarını önüme koyuyor. sonra benim dediğime geliniyor. yani bir başka deyişle Üç Kuruşluk Opera'da bahsi geçen olaya; "mutluluğun peşinden fazla hızlı koşarsan, onu sollayabilirsin, mutluluk arkada kalabilir." sonra mutsuzluk başlar mutluluğun es bile geçmediği ten şehirlerimizde. "mistik deniz" kendini es geçer ve bedenine hapsolur. sonra beni cezalandırır, sonraki günlerde ve daha sonraki gü..

"özne her zaman fazla ağır ya da fazla hızlıdır, hiçbir zaman arzusunun nesnesiyle aynı hızı tutturamaz. "Normal" aşk hikayesinin yaklaştığı ama hiçbir zaman ulaşamadığı ulaşılmaz\yasak nesne -cinsel edim- ancak gizlenmiş, işaret edilmiş, "uydurma" olarak vardır. onu "gösterdiğimiz" anda, büyüsü bozulur, "fazla ileri gitmişizdir." Yüce Şey yerine, kaba, ahlı ohlu bir çiftleşmeyle kalakalırız.

tam cümleyi bitiriyorum, bir daha başa dönmüyorum. hata yapmak, bencilliğimin önüne geçmek istemiyorum sana yazarken.

anneme kur yapman hoşuma gitmiyor.

ben çok çirkin bir kadın mıydım? bu zamana kadar -where is my mind?- kendim olamamışım.

kahretsin tanrı, kahretsin!

patolojik narsist'i histerikleştirmenin yolu, ona bu özelliklerde temellendirilemeyecek simgesel bir görev dayatmaktır. Böyle bir hesaplaşma şu histerik soruyu yaratır: "ben neden senin olduğumu söylediğin şey olayım ki?"

başa dönelim;

kadınların ezeli, usandırıcı sorusuyla örnekleyelim: "beni niye seviyorsun?" ismine layık bir aşkta bu sorunun tabii ki cevabı yoktur(ki kadınlar da bunun için sorarlar zaten), yani tek münasip cevap şudur: "çünkü sende, senden fazla bir şey, beni kendine çeken ama herhangi bir pozitif niteliğe bağlanamayan belirsiz bir X var." başka bir deyişle bu soruyu pozitif özelliklerin bir katoloğuyla cevaplamak ("memelerinin güzelliği için, gülümseyişin için seviyorum seni"), ismine layık bir aşkın alaycı bir taklidi olurdu olsa olsa. öte yandan patolojik narsist'i histe..


hitchcock'ta Kötü Nesne'nin nihai tezahürü olan kuşlar, anne yasasının hükümranlığının muadilidir, ki hitchcockçu fantazinin çekirdeğini tanımlayan şey, tam da, büyüleyici Kötü Nesne ile anne yasasının bu yanyanalığıdır.

genellikle anlaşıldığı şekliyle pornografi, "gösterilecek her şeyi gösterdiği", hiçbir şeyi gizlemediği, ve "her şeyi" kaydedip bakışımıza sunduğu varsayılan türdür. yine de dışardan bakışla algılanan "keyfin tözü" tam da pornografik sinemada radikal bir biçimde kaybolur - neden?

Lacan'ın bakış ile göz arasında kurduğu karşıtlık ilişkisini hatırlayalım: nesneye bakan göz öznenin tarafında, oysa bakış nesnenin tarafındadır. bir nesneye baktığımda, nesne her zaman çoktan ve benim onu göremeyeceğim bir noktadan bana bakıyordur.


devam edeceğim..

12 Ekim 2009 Pazartesi

beğenmeyen küçük oğluna almasın.

bebeğim beni neden sevmiyorsun?



çünkü senin yüzün benim..



yüzün benim avuçlarımdayken kayboluyor. ben daha çok koca yanaklı kızları severim. sen eksiksin. sahi,



sahi sen kimsin? sahi,



sahi sen kimdin?





senn nn.. sennnn.. ııı sen.. hah tamam tamam! biraz kenara çekilir miydin!

belirteyim.

şeker kız candy zaten kendi.

iştah açıcı.

-bir sürtük için ölmeye değer mi?

+ölmeye değer, öldürmeye değer, cehenneme gitmeye de değer. amin.

kandırılış.

"hadi ama john, bu sadece bir elbise. ve biraz da ruj. birini affettiğimde daha fazlasını yaparım."

ben ne ara benliğimi yok saymaya başladım%!

kırmızı rujuma alışmak için evde annem, kardeşim ve ben olunca sürüyorum rujumu. ve kendimi gözetliyorum. konuşmalar yapıyorum aynanın karşısında güya New York Red olan rujumla. dudaklarıma bakarak kelimelerimi tükürüyorum sayfalardan. ah çok hoş bu kırmızı ruj. bazen bazı kelimeler fıstıkçışahaptaki gibi hunharca çıkıyor da vahşileşiyor dudaklarım. o zaman pek bir seviniyorum aldığıma bu ruju. en son yeni yazmaya başladığım bir başka sözlüğün zirvesinden döndüğüm akşam, günlüğüme anlattığım aşk hikayemin altına bir dudak izi bıraktım. eğer makinemin pili bitmeseydi sen de görecektin küçüğüm. bekle göstereceğim birazdan.




...







aha bu yukarıda gördüğün işte küçüğüm. ne hoş bir renk di mi? ayrıca bilen var ise orada daha önce de paylaştığım gibi yazım var. yazı karakterinden fal bakanlar varmış, var ise bir şekilde..




***ben ne ara bu kadar düz oldum bilmiyorum. ama şu resme bak ya, sanırsın marilyn öpmüş! ahahaha!

4 Ekim 2009 Pazar

enfarktüs.

ben şimdi insanın yapması gereken en yüce şeyi yapıyorum. kendimi sorguluyorum ve irdeliyorum. hem de en acımasız soruları dik başlılığımla yanıtlayarak. ben yanlış yaptım. hem de bu tekrarladığım bir yanlışım tüm hayatım boyunca. kendimi açtım o'na. yapmamalıymışım. bunun olmaması için küçüğüm, daha çok düşünmeliydim içimde. ona karşı olan duygularımı daha bir irdeleyip içinde yüzmem gerekirdi, bazen de boğulmam. ama ahmak kafalı ben, bilincim açıkken hatanın üstüne bastım! benliğime yerleşmiş, bu olacaklara karşı duyarsız olma mekanizmasını nasıl değiştireceğimi bilmiyordum, bilmiyorum. daha önceleri bu gibi arkadaşlarımdan uzak durmayı yeğleyip bilimum teknolojiyle iletişmeyi tercih ediyordum. çünkü beni yiyorlardı küçüğüm, beni yiyorlardı.. şimdi ise neyin değiştiğini -zamanın üstümüze basması dışında- bilemiyor, idrak edemiyorum.

algılarım insanların ne olduklarını idrak etmekde çok adım geri gitti. ben geriye, onların atışları çok ilerime düştü. onların egoları galaksiyi kucaklarken benimkiler kendilerini sorguladı. iyi ki o koca egolar ile yargıladım kendimi zamanında. bundan dolayıdır ki ben yüceyim. kendime olan bu yüce duygular ile bende yaşanan arbedelerin rahatlıkla üstesinden gelebiliyorum. ha daha mı az zaman alıyor bu? hayır. sadece "nasıl normale dönerim" hakkında yöntem bilgisine sahibim. sizlere ise ne yazık!

tüm hayatınız şişmekle geçiyor.

asla tebrik ederim'i candan söyleyemeyişiniz sizi sizden götürüyor.

ah canım arkadaşlarım, hep ego kurbanı olmuşsunuz. artık yakınım değilsiniz, hatta hiçbiriniz, evet hiçbiriniz! en yakınım bile en değil. senden de, senden de nefret ediyorum!!!


duyuyor musun? duymalısın, kahretsin! oku, sadece oku.


sizin yüzünüzden midem bulandı.

ve aklımda neler vardı, neler yazdım.

yazarın notu: arkadaş vakit kaybıdır, çok yakın arkadaş çok vakit kaybıdır.

3 Ekim 2009 Cumartesi

bu bir uçurtmanın kaçışı belki de değil...

kitapçıdaki baktığı tüm rafların barındırdığı kitapları elleyerek, parmaklarıyla tek tek, anlayan dokunuşlarla, ilerliyordu. öyle koca bir kitaplığın sadece bir rafında değil, tüm katlarındakilere dokunuyordu. gözüne kestirdiklerini ince tırnaklarıyla aradan çekip arkasına göz atıyordu.


çantası koyu yeşil bir kadın, dudakları kan kırmızısı bir kadın, tırnakları bakımsız ve ince parmaklı bir kadın. burnunun hatrı sayılır büyüklüğü ondaki güzelliği herkesin görebilmesini kolaylaştırıyordu açıkcası. kendimden hatırladığım kadınları düşünecek olursam kat be kat güzellikteki kadınlar bu burnu cyrano ile yarışacak kadından daha az çekici geliyor şimdi bana. göğsünün yarığını belli eden buz mavisi keten gömleğiyle bir o kadar salaş; sıkı sıkıya tutturulan at kuyruğu saçıyla da bir o kadar özenli görünüyordu. küpesi yoktu; bileziği, yüzüğü, kolyesi yoktu. üzerinde gözlerindeki manidar bakıştan başka parlayan bir çift taş yoktu. nakış evet. ablam doğru söylemiş. "nakış mübarek.."



dört yıldan beri böyle bir müşteriyi ilk defa görüyordum. ne kadar dalmıştı ve anlaşılan oradaki tüm kitapları hediye etsem bir diğerinde gözü kalırdı. hepsine hevesliydi. ama inanır mısınız birini almadan çıktı, gitti dükkandan. bir ara şüphelenmedim değil. dükkan kalabalıklaşmıştı ve sağ koluna taktığı çantasını iyice sağ göğsüne yakınlaştırıp neredeyse kucağına alacaktı. biraz küçüldü insanların arasında. zaten raflarla iç içeydi, bir şey yapacağı belliydi ama yapmayacağından da emin olduğum bir hissiyatı vardı. ne de olsa yılların kazandırdığı insan sarrafı bir yönüm de vardı. birinci kattan da ayrılmadı. tüm klasikler ve modern dünya edebiyatı ile fantastikler buradaydı. yani en değerlilerimiz. diğer katta ise bilirsiniz, sınavlara hazırlık kitapları. işte oraya hiç çıkmadı, niye çıksındı zaten? benim yaşlarımda bir kadının sınavla ne işi olurdu? anlamadım ki beni sınava aldığını o anda.

kalabalıkla birlikte kitapların arasında zor seçiliyordu bedeni. ince bacakları varmış, ince de bir beli. ama diyorum ya çantası, çantası hayli dolu görünüyordu ve ağzı açık. ah sanmam! san-mı-yo-rum.

dövüş klübü, eşiktekiler, son sürgün, chuck palahniuk, dragan babic, charles bukowski'lerin önünde duruyordu. kalabalık azalmaya başlayınca elindeki kitabı gördüm. bukowski seçmişti. bunca yılın verdiği deneyimle karakterini tahmin etmeye yeltendim fikrimce. sonradan hatırladım beklentilerin hayal kırıklıkları yaşattığını, vazgeçtim. bir turist kafilesi girerken kitaba bir hamle yaptı. ne yaptı anlayamadım. turistlerle ilgilenirken dükkandan fırladığını gördüm. hiçbirşey yapmadım. ne arkasından bağırdım ne de kitabı kontrol etmek için rafa yöneldim. gün ağardı, kasa kapandı ve düzenlemelere başladık. gelişi güzel raflara atılan kitaplar, ambalajından öksüz bırakılan cd'ler, hunharca açılıp okunmuş kitaplar ve saire ve saireler. yine o bahsettiğim hunharca okunmuş kitaplardan biri olan bukowski elime geçti. anladım kadının eline aldığıydı. ne hale getirmiş ya kitabı derken kenarı yarıya kadar kıvrılmış sayfayı gördüm. seçmiş olduğu şuydu inanır mısınız?




Neye Dokunsan


eski bir New Orleans pansiyon odasında elbiselerini giyerdin

sen ve depocu çocuk ruhun,

sonra küçük yeşil el arabanı iterek senin

farkında bile olmayan tezgahtar kızların önünden

geçerdin, minik ve dikdörtgen beyinleri ile daha

büyük şeylerin düşlerini kuran

kızların.



ya da Los Angeles, yedek parça fabrikasındaki

sevkiyat memurluğundan dönüp asansörle 312 numaraya

çıkar ve akşamın altısında yatağa uzanmış sarhoş

bulurdun kadını.



onları seçmeyi bilemedin hiçbir zaman, artıkları,

kaçıkları, alkolikleri, hapçıları buldun hep.

belki de bulabileceklerin onlardan ibaretti, onların da

bulabilecekleri senden.



barlara takılıp başka kaçıklar, alkolikler,

hapçılar buldun. topuklu ayakkabıların içindeki

bir çift zarif bilek aklını başından

almaya yeterdi.

yayların üstünde hoplayıp zıpladın onlarla

hayatın sırrını

keşfetmişcesine.



sonra tezgahtar Larry'nin koca göbeği ve minik

gözleri ile yanına geldiği gün vardı, sürekli

ıslık çalardı Larry.

ıslığı kesip sen devkiyat masasında çalışırken

başına dikilmişti.



sonra sallanmaya başlamıştı ileri geri, böyle bir

alışkanlığı da vardı, sen çalışırken başına

dikilip sallanır ve seni seyrederdi, şu şakacı

tiplerden biri, bilirsiniz,

ve gülmeye başlamıştı, sen akşamdan kalma ve

traşsızdın ve yırtık bir gömlek vardı üstünde.



'ne var, Larry? ' diye sormuştun.



'Hank, neye dokunsan boka dönüyor! ' demişti.



tartışacak birşey yoktu.

Charles Bukowski