25 Ekim 2009 Pazar

nezaketen yapılan eylemler hep aslolanlarından daha zoruma gitmiştir.

-yani demem o ki boş beleş fikirlerle cephelerim çoğu zaman doldu taştı, olası durumlarda kustuklarımı yüzlerine sürmekten çekinmedim. fakat sizinkiler ne kadar bulandırsa da; kirlettikleri yer ancak görünebilir yerlerimdi.



biri* parçalara bölünüyor
yalnız uyuyarak yatağında
biri acıyı öldürüyor
tüm sessizliğin ortasındaki baharda
sonunda müthiş hızıyla uzaklara taşınıyor
biri heyecanlanıyor
bir kilisenin camında
beyaz güllerin arasındaki ise yakaladığı buketleri bir traktöre yediriyor, belki kendisi de bir hançerdir tüm saplantılara.


*unuttum sana yazdığım mektubun altına adımı yazmayı: belki hatırlarsın beni, senin çok eski bir çocuk hastalığınım kırk derece ateşte yattığın.

18 Ekim 2009 Pazar

se.

bazen alınganlaşırım
nerede olduğumu bilemem,
birkaç adım tökezler, yitik hissederim
kendimi.



tanıdığım herkes benden daha
uzun
daha zeki
daha müşfikmiş
gibi gelir bana,
ve daha az çirkin
elbette.



ama asla
uzun sürmez
bu ruh
hali.



etrafıma sıkı
bir bakış atarım,
çepeçevre
sert bir bakış
ve aklım başıma
gelir.



ama
bir süre
için
sadece.

17 Ekim 2009 Cumartesi

i swear i recognize your breath.

*


mistik kadın saçlarını at kuyruğu yapmış ve ensesini açmıştır. mistik erkek ise açılmış değil, enseyi "çıplak" görmektedir. kalenin aşağısından enseye attığı arzu oltasını kırmızılık yakalar ve bedenine hapsolur. sonrası enseye ufak, kaynayan bir et değer tenden önce. mistik adamdan buharlar fışkırır sonra tene. mistik kadın sadece açtır ve doymaya bakar. çember daralır ve mistik kadın ağır kumaşlardan örülü elbisesinden sıyrılır. çember daha da aralır ve mistik adam sandaletlerinden kurtulduğu an ipeği hisseder. mistikler kabarır ve bu görüntü aslında irite edicidir üçüncünün nezdinde.

*iyi geceler.
*bu arada
*söylemek istediğim bir şey var
*bu gece ki neşen, gözlerimi yokladı.
#efendim?
#ben ne söylediğini anladım, o'nun ne söylemek istediğini anlamadım.

16 Ekim 2009 Cuma

i wanted to be wrong.


parmakları bira kokuyor diye kimseyi sevmemezlik etmemiştin, sigara koksa bile aynı şey bu. sahi sen de yapardın ki bu gibi işleri.


sonra neden bilmem -zaten dünyanın en zor sorusu bu 'neden'-


bana o şarkıyı dinlettirdin. hiç bir şey diyesim kalmadı.


yüzüne dahi bakmadan sarıldım sana. o vedaydı işte. farkedemedin.



şimdi herkes beni arıyor o toplantıdan sonra.


sen, sen eski eşim;


o, o bana aşık eski bir dost;


fakülteden modern ilişki dostluklarının naftalinli insanları..


hatırlıyor musun korkuyordun. boşanana kadar ilişkiye girememiştik de boşanma davasının sonuçlanacağı hafta iyi olmuştun. yine de boşanmıştık. zaten de boşanmalıydık.


sonra dedim ya ilknur.. o sana dosttu, bana da aşık. kalemlerim hep bir başkasının kalem kutusundan çıkıyordu ya benim, ne paketleyici arkadaşlarımız varmış. ilknur da öyleydi. bir gece paketledik beni, aya gönderdik.


sahi saklıyor muydun bildiğini?


hiç bilemedim. hiç bilemez ki insan bu gibi şeyleri.


en kötüsü de kelimeleri fazla fazla sarfediyoruz. tükürür gibi. filmlerde de görüyorum bunu. sevmiyorum çok konuşkan bedenleri.


ne kadar aksi yöne kuvvet uyguluyoruz. bir gün, sadece bir gün ben de o sahneyi yaşarım umuyorum.



...ve bunu ne kadar yürekten dilesem azdır.




öyle cümleler kurulmuş ki; şu yaşımda tek kıskandığım o cümlelerin sahipleri. onları ben yazmalıydım. onları yazan ben olmalıydım.



-this one goes out to the one i love..d

14 Ekim 2009 Çarşamba

müsait bi' yerde.

dvorak dinlerken aklıma "ucuz etin yahnisi.." geliyor. "devamı neydi yahu?" devamını hatırlayamıyorum. ucuz etin yahnisi kalıyor beynimde. döndürüp döndürüp içimden söylüyorum. "ucuz etin yahnisi.. " diyorum. "ucuz etin yahnisi..



şimdi küçüğüm, ben van'da yaşayan biri, Deniz'e aşık. Deniz kendine aşık. egoları var, mavisi var, dalgası var; tehlikelisi, güvenlisi var. bir de ben varım. ben van'da yaşayan biri, Deniz'e aşık. hep van'da yaşayan biri, sonradan aşık. fakat bu Deniz ile öyle post-modern bir dostluğumuz var ki o hep modernizme bencilliğiyle ödüller yağdırıyor. onun bazı davranışları tuzu olup modern dostluğumuzu sosluyor. öylesine modern ki, babamın intihar ettiği gün buluşmamıza gidemediğim için beni cezalandırıyor sonraki günlerde ve daha sonraki gü..

şimdi küçüğüm, ben van'da yaşayan biri, Deniz'e aşık. Deniz kendine aşık. egoları var, mavisi var, dalgası var; tehlikelisi, güvenlisi var. bir de ben varım. ben van'da yaşayan biri, Deniz'e aşık. hep van'da yaşayan biri, sonradan aşık. fakat bu Deniz ile öyle post-modern bir porno hayatımız ki o hep modernizmine yeni kamaların sutralarını önüme koyuyor. sonra benim dediğime geliniyor. yani bir başka deyişle Üç Kuruşluk Opera'da bahsi geçen olaya; "mutluluğun peşinden fazla hızlı koşarsan, onu sollayabilirsin, mutluluk arkada kalabilir." sonra mutsuzluk başlar mutluluğun es bile geçmediği ten şehirlerimizde. "mistik deniz" kendini es geçer ve bedenine hapsolur. sonra beni cezalandırır, sonraki günlerde ve daha sonraki gü..

"özne her zaman fazla ağır ya da fazla hızlıdır, hiçbir zaman arzusunun nesnesiyle aynı hızı tutturamaz. "Normal" aşk hikayesinin yaklaştığı ama hiçbir zaman ulaşamadığı ulaşılmaz\yasak nesne -cinsel edim- ancak gizlenmiş, işaret edilmiş, "uydurma" olarak vardır. onu "gösterdiğimiz" anda, büyüsü bozulur, "fazla ileri gitmişizdir." Yüce Şey yerine, kaba, ahlı ohlu bir çiftleşmeyle kalakalırız.

tam cümleyi bitiriyorum, bir daha başa dönmüyorum. hata yapmak, bencilliğimin önüne geçmek istemiyorum sana yazarken.

anneme kur yapman hoşuma gitmiyor.

ben çok çirkin bir kadın mıydım? bu zamana kadar -where is my mind?- kendim olamamışım.

kahretsin tanrı, kahretsin!

patolojik narsist'i histerikleştirmenin yolu, ona bu özelliklerde temellendirilemeyecek simgesel bir görev dayatmaktır. Böyle bir hesaplaşma şu histerik soruyu yaratır: "ben neden senin olduğumu söylediğin şey olayım ki?"

başa dönelim;

kadınların ezeli, usandırıcı sorusuyla örnekleyelim: "beni niye seviyorsun?" ismine layık bir aşkta bu sorunun tabii ki cevabı yoktur(ki kadınlar da bunun için sorarlar zaten), yani tek münasip cevap şudur: "çünkü sende, senden fazla bir şey, beni kendine çeken ama herhangi bir pozitif niteliğe bağlanamayan belirsiz bir X var." başka bir deyişle bu soruyu pozitif özelliklerin bir katoloğuyla cevaplamak ("memelerinin güzelliği için, gülümseyişin için seviyorum seni"), ismine layık bir aşkın alaycı bir taklidi olurdu olsa olsa. öte yandan patolojik narsist'i histe..


hitchcock'ta Kötü Nesne'nin nihai tezahürü olan kuşlar, anne yasasının hükümranlığının muadilidir, ki hitchcockçu fantazinin çekirdeğini tanımlayan şey, tam da, büyüleyici Kötü Nesne ile anne yasasının bu yanyanalığıdır.

genellikle anlaşıldığı şekliyle pornografi, "gösterilecek her şeyi gösterdiği", hiçbir şeyi gizlemediği, ve "her şeyi" kaydedip bakışımıza sunduğu varsayılan türdür. yine de dışardan bakışla algılanan "keyfin tözü" tam da pornografik sinemada radikal bir biçimde kaybolur - neden?

Lacan'ın bakış ile göz arasında kurduğu karşıtlık ilişkisini hatırlayalım: nesneye bakan göz öznenin tarafında, oysa bakış nesnenin tarafındadır. bir nesneye baktığımda, nesne her zaman çoktan ve benim onu göremeyeceğim bir noktadan bana bakıyordur.


devam edeceğim..

12 Ekim 2009 Pazartesi

beğenmeyen küçük oğluna almasın.

bebeğim beni neden sevmiyorsun?



çünkü senin yüzün benim..



yüzün benim avuçlarımdayken kayboluyor. ben daha çok koca yanaklı kızları severim. sen eksiksin. sahi,



sahi sen kimsin? sahi,



sahi sen kimdin?





senn nn.. sennnn.. ııı sen.. hah tamam tamam! biraz kenara çekilir miydin!

belirteyim.

şeker kız candy zaten kendi.

iştah açıcı.

-bir sürtük için ölmeye değer mi?

+ölmeye değer, öldürmeye değer, cehenneme gitmeye de değer. amin.

kandırılış.

"hadi ama john, bu sadece bir elbise. ve biraz da ruj. birini affettiğimde daha fazlasını yaparım."

ben ne ara benliğimi yok saymaya başladım%!

kırmızı rujuma alışmak için evde annem, kardeşim ve ben olunca sürüyorum rujumu. ve kendimi gözetliyorum. konuşmalar yapıyorum aynanın karşısında güya New York Red olan rujumla. dudaklarıma bakarak kelimelerimi tükürüyorum sayfalardan. ah çok hoş bu kırmızı ruj. bazen bazı kelimeler fıstıkçışahaptaki gibi hunharca çıkıyor da vahşileşiyor dudaklarım. o zaman pek bir seviniyorum aldığıma bu ruju. en son yeni yazmaya başladığım bir başka sözlüğün zirvesinden döndüğüm akşam, günlüğüme anlattığım aşk hikayemin altına bir dudak izi bıraktım. eğer makinemin pili bitmeseydi sen de görecektin küçüğüm. bekle göstereceğim birazdan.




...







aha bu yukarıda gördüğün işte küçüğüm. ne hoş bir renk di mi? ayrıca bilen var ise orada daha önce de paylaştığım gibi yazım var. yazı karakterinden fal bakanlar varmış, var ise bir şekilde..




***ben ne ara bu kadar düz oldum bilmiyorum. ama şu resme bak ya, sanırsın marilyn öpmüş! ahahaha!

4 Ekim 2009 Pazar

enfarktüs.

ben şimdi insanın yapması gereken en yüce şeyi yapıyorum. kendimi sorguluyorum ve irdeliyorum. hem de en acımasız soruları dik başlılığımla yanıtlayarak. ben yanlış yaptım. hem de bu tekrarladığım bir yanlışım tüm hayatım boyunca. kendimi açtım o'na. yapmamalıymışım. bunun olmaması için küçüğüm, daha çok düşünmeliydim içimde. ona karşı olan duygularımı daha bir irdeleyip içinde yüzmem gerekirdi, bazen de boğulmam. ama ahmak kafalı ben, bilincim açıkken hatanın üstüne bastım! benliğime yerleşmiş, bu olacaklara karşı duyarsız olma mekanizmasını nasıl değiştireceğimi bilmiyordum, bilmiyorum. daha önceleri bu gibi arkadaşlarımdan uzak durmayı yeğleyip bilimum teknolojiyle iletişmeyi tercih ediyordum. çünkü beni yiyorlardı küçüğüm, beni yiyorlardı.. şimdi ise neyin değiştiğini -zamanın üstümüze basması dışında- bilemiyor, idrak edemiyorum.

algılarım insanların ne olduklarını idrak etmekde çok adım geri gitti. ben geriye, onların atışları çok ilerime düştü. onların egoları galaksiyi kucaklarken benimkiler kendilerini sorguladı. iyi ki o koca egolar ile yargıladım kendimi zamanında. bundan dolayıdır ki ben yüceyim. kendime olan bu yüce duygular ile bende yaşanan arbedelerin rahatlıkla üstesinden gelebiliyorum. ha daha mı az zaman alıyor bu? hayır. sadece "nasıl normale dönerim" hakkında yöntem bilgisine sahibim. sizlere ise ne yazık!

tüm hayatınız şişmekle geçiyor.

asla tebrik ederim'i candan söyleyemeyişiniz sizi sizden götürüyor.

ah canım arkadaşlarım, hep ego kurbanı olmuşsunuz. artık yakınım değilsiniz, hatta hiçbiriniz, evet hiçbiriniz! en yakınım bile en değil. senden de, senden de nefret ediyorum!!!


duyuyor musun? duymalısın, kahretsin! oku, sadece oku.


sizin yüzünüzden midem bulandı.

ve aklımda neler vardı, neler yazdım.

yazarın notu: arkadaş vakit kaybıdır, çok yakın arkadaş çok vakit kaybıdır.

3 Ekim 2009 Cumartesi

bu bir uçurtmanın kaçışı belki de değil...

kitapçıdaki baktığı tüm rafların barındırdığı kitapları elleyerek, parmaklarıyla tek tek, anlayan dokunuşlarla, ilerliyordu. öyle koca bir kitaplığın sadece bir rafında değil, tüm katlarındakilere dokunuyordu. gözüne kestirdiklerini ince tırnaklarıyla aradan çekip arkasına göz atıyordu.


çantası koyu yeşil bir kadın, dudakları kan kırmızısı bir kadın, tırnakları bakımsız ve ince parmaklı bir kadın. burnunun hatrı sayılır büyüklüğü ondaki güzelliği herkesin görebilmesini kolaylaştırıyordu açıkcası. kendimden hatırladığım kadınları düşünecek olursam kat be kat güzellikteki kadınlar bu burnu cyrano ile yarışacak kadından daha az çekici geliyor şimdi bana. göğsünün yarığını belli eden buz mavisi keten gömleğiyle bir o kadar salaş; sıkı sıkıya tutturulan at kuyruğu saçıyla da bir o kadar özenli görünüyordu. küpesi yoktu; bileziği, yüzüğü, kolyesi yoktu. üzerinde gözlerindeki manidar bakıştan başka parlayan bir çift taş yoktu. nakış evet. ablam doğru söylemiş. "nakış mübarek.."



dört yıldan beri böyle bir müşteriyi ilk defa görüyordum. ne kadar dalmıştı ve anlaşılan oradaki tüm kitapları hediye etsem bir diğerinde gözü kalırdı. hepsine hevesliydi. ama inanır mısınız birini almadan çıktı, gitti dükkandan. bir ara şüphelenmedim değil. dükkan kalabalıklaşmıştı ve sağ koluna taktığı çantasını iyice sağ göğsüne yakınlaştırıp neredeyse kucağına alacaktı. biraz küçüldü insanların arasında. zaten raflarla iç içeydi, bir şey yapacağı belliydi ama yapmayacağından da emin olduğum bir hissiyatı vardı. ne de olsa yılların kazandırdığı insan sarrafı bir yönüm de vardı. birinci kattan da ayrılmadı. tüm klasikler ve modern dünya edebiyatı ile fantastikler buradaydı. yani en değerlilerimiz. diğer katta ise bilirsiniz, sınavlara hazırlık kitapları. işte oraya hiç çıkmadı, niye çıksındı zaten? benim yaşlarımda bir kadının sınavla ne işi olurdu? anlamadım ki beni sınava aldığını o anda.

kalabalıkla birlikte kitapların arasında zor seçiliyordu bedeni. ince bacakları varmış, ince de bir beli. ama diyorum ya çantası, çantası hayli dolu görünüyordu ve ağzı açık. ah sanmam! san-mı-yo-rum.

dövüş klübü, eşiktekiler, son sürgün, chuck palahniuk, dragan babic, charles bukowski'lerin önünde duruyordu. kalabalık azalmaya başlayınca elindeki kitabı gördüm. bukowski seçmişti. bunca yılın verdiği deneyimle karakterini tahmin etmeye yeltendim fikrimce. sonradan hatırladım beklentilerin hayal kırıklıkları yaşattığını, vazgeçtim. bir turist kafilesi girerken kitaba bir hamle yaptı. ne yaptı anlayamadım. turistlerle ilgilenirken dükkandan fırladığını gördüm. hiçbirşey yapmadım. ne arkasından bağırdım ne de kitabı kontrol etmek için rafa yöneldim. gün ağardı, kasa kapandı ve düzenlemelere başladık. gelişi güzel raflara atılan kitaplar, ambalajından öksüz bırakılan cd'ler, hunharca açılıp okunmuş kitaplar ve saire ve saireler. yine o bahsettiğim hunharca okunmuş kitaplardan biri olan bukowski elime geçti. anladım kadının eline aldığıydı. ne hale getirmiş ya kitabı derken kenarı yarıya kadar kıvrılmış sayfayı gördüm. seçmiş olduğu şuydu inanır mısınız?




Neye Dokunsan


eski bir New Orleans pansiyon odasında elbiselerini giyerdin

sen ve depocu çocuk ruhun,

sonra küçük yeşil el arabanı iterek senin

farkında bile olmayan tezgahtar kızların önünden

geçerdin, minik ve dikdörtgen beyinleri ile daha

büyük şeylerin düşlerini kuran

kızların.



ya da Los Angeles, yedek parça fabrikasındaki

sevkiyat memurluğundan dönüp asansörle 312 numaraya

çıkar ve akşamın altısında yatağa uzanmış sarhoş

bulurdun kadını.



onları seçmeyi bilemedin hiçbir zaman, artıkları,

kaçıkları, alkolikleri, hapçıları buldun hep.

belki de bulabileceklerin onlardan ibaretti, onların da

bulabilecekleri senden.



barlara takılıp başka kaçıklar, alkolikler,

hapçılar buldun. topuklu ayakkabıların içindeki

bir çift zarif bilek aklını başından

almaya yeterdi.

yayların üstünde hoplayıp zıpladın onlarla

hayatın sırrını

keşfetmişcesine.



sonra tezgahtar Larry'nin koca göbeği ve minik

gözleri ile yanına geldiği gün vardı, sürekli

ıslık çalardı Larry.

ıslığı kesip sen devkiyat masasında çalışırken

başına dikilmişti.



sonra sallanmaya başlamıştı ileri geri, böyle bir

alışkanlığı da vardı, sen çalışırken başına

dikilip sallanır ve seni seyrederdi, şu şakacı

tiplerden biri, bilirsiniz,

ve gülmeye başlamıştı, sen akşamdan kalma ve

traşsızdın ve yırtık bir gömlek vardı üstünde.



'ne var, Larry? ' diye sormuştun.



'Hank, neye dokunsan boka dönüyor! ' demişti.



tartışacak birşey yoktu.

Charles Bukowski

so unreal but i could feel.*

beni en çok inciten bir başkasına benzetmeleridir şuursuzların.

bilmez miyim sanıyorsun ki insanın çevresinde ve içinde olanlardan kendisinin sorumlu olduğunu? ama dediğim gibi kişiler şuursuz ve yapmacık hislerle beni alt edebileceklerini düşünüyorlar. sizi de öyle.

stratejide 1'i gördüğünde 2'yi bulmak kolaylaşmıştır. ben o 1'i gördüm. şimdi satrancımızdaki kudret benim ellerimde.

ya bu denizi yüzersin, ya bu denizi içersin bebeğim.




*öylesine gerçek dışı, ama hissedebiliyordum.

2 Ekim 2009 Cuma

dilemma

ne yapacağımı bilmiyorum, nereye gideceğimi bilmiyorum, ne yöne bakacağımı bilmiyorum, bana ne oluyor böyle küçüğüm. ne istiyorum, neden kendime bu kadar işkence ediyorum ki ben? belki de gerçekten aşağılık biri olduğumdandır. gerçekten de insan değildirim. kim bilir..

verilen değerlere aynı ağırlıkta karşılık veremediğimi hatırlıyorum. hatta bir tanesinde o kadar abartmıştım ki sırf beni gerçekten seviyor diye ukalalığıma ve alaycılığıma yenik düşürmüştüm bir ilişkimi daha. ve bu hep kendini tekrarlıyor. en çok da bu beynimi meşgul ediyor. şu an bile o değersizleştirdiğim insanın benim seveceğimi umduğu şarkılardan derlemesini dinliyorum. ve ben seviyorum benim için yapılmış bu derlemeyi.

ben de sıradanım artık. kaybedince kurşunlar çakışıyor gökyüzümde. hiçbir farkım da kalmadı kendi gözümde. en aşağılayıcı şey de kendi gözünde değerini yitirmesi insanın. şimdi bana sor sen nesin diye? kendini tanımla de bana. sana söyleyebileceğimden emin olduğum tek bir şeyim var. ismimi söyleyebilirim bir tek. adımdır tek değişmeyen hayatımda. düşünsene bir başka ne kalıyor insanın elinde yaşananlardan geriye. bir sürü ad..

bir sürü ad. ama tek kalan ve değişime uğramayan şey o, biliyor muydun?

aptalca bir sürü şaşaalı cümleler kuruyorum. yok aliterasyondu yok o uyaktı yok bu şeydi yeter artık. kimi etkilemek amacım? hangi yönümü tatmin etmek?

benim hayatım boyunca en sevdiğim çizgi dizi as told by ginger biliyor muydun?

ben özentinin birisi miyim küçüğüm? taklitçinin biriyim belkide. sevdiğim mimikleri, etkilendiğim karakterleri taklit eden bir imitasyoncuyumdur da yalnızca kendimi sorgularken ortaya çıkıyordur bu. e bir ikinci kişi de olmadığından öyle uçup gidiyordur bu madde aklımdan.

benim yaşadıklarım ürkütücüydü. siktiğimin bilinç altısından da bahsetmekten kusacağım artık. ama bu yaşadıklarım hiç de sağlam temeller üstünde değil. korkum işte tam da burada başlıyor.

ya bu kendimi yola itmişken sendelersem? ya da ben emin adımlar attığımdan ukalalık derecesinden kendime güveniyorken bir ikinci gözün nizamında hiç de öyle olmadığım söz konusu ise ve ben bununla yüzleşmek zorunda kaldığımda çok da güçlü olmadığımı anlarsam?

ben ne yaparım o zaman?

korkağım ya ben. olacağı nedir ki zannediyorsun? o haklı. bu sana gösterdiğim ve görebildiğin kadarı imaj. aslında ben bu değilim. bu gördüğün senin aklını boyamak. burada da oyunumu anlamaya başlıyorsun, ben de herkesin uzun uzun bakacağı zaman dilimlerine zevce olarak gözlerde küçülüyorum. ben zaten çok küçüktüm. küçüğüm.

ve bendeki en tehlikeli şey cehalet. en az o'nun kadar cahilim. ve ben bunun farkında olduğum için bile o'ndan daha güçlüyüm.

atam yalan oldu. ben kendimle yarışmayı bıraktım, asilliğimle zerafetim bir parfümdü karakterimde. şu bir kez yıkanılan nehirde saatler boyu binlerce katreye mazur kaldım ve arındım etten, kemikten.

sürekli cümlelere "ben" diye başladığımdan habersiz misin? bu da bencilliğim ve kendi beynimden öteye gidemeyişimin bir başka dışa vurumu.

1 Ekim 2009 Perşembe

***


ben
senden önce ölmek isterim.
gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
ben zannetmiyorum bunu.
iyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun ki içinde beni görebilesin...
fedakârlığımı anlıyorsun :
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
ve toz oluyorum yaşıyorum yanında senin.
sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
ve orda beraber yaşarız
külümün içinde külün,
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar...
ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
yan yana düşecek.
toprağa beraber dalacağız.
ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak :
biri sen
biri de ben.
ben
daha ölümü düşünmüyorum.
ben daha bir çocuk doğuracağım.
hayat taşıyor içimden.
kaynıyor kanım.
yaşayacağım, ama çok, pek çok,
ama sen de beraber.
ama ölüm de korkutmuyor beni.
yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
ben ölünceye kadar da
bu düzelir herhalde.
hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde?
içimden bir şey :
belki diyor.