30 Eylül 2009 Çarşamba

yok olmuyor istemekle bitmiyor, hiç bir yol yarılanmıyor uzadıkça uzuyor.

vallahi artık ben bilirim

vapur ne zaman geçer

lodos ne zaman eser

başım ne zaman döner

istanbul'da..
ben bu gün gözden geçirdim de her zaman vakit ayırıp okuduğum yazıları; anladım ki o kadar da mühim şeyler değilmiş hayatımda. o kadar da okumam gereken mevzularda hayati yorumlar yokmuş o yazılarda. sadece olayın içinde olduğunda insana çok daha cafcaflı gelir ya, önemsenecek gelir de abartırsın kendini adamak gibi bir eyleme başlarsın, işte oymuş benim okuma aşkım. daha dakika geçmeden okumaktan vazgeçip yazma isteği duydum küçüğüm bunları. ben mi sıkılma noktamı kısalttım acaba ya da ukalalık mı ediyorum bilemiyorum. kendi yazılarıma baktığımda da bunları hissettim. zaten ben bir yabancı olsam bu blogu izlemez ve yazılanları okumazdım bile. evet bunu itiraf edecek kadar büyüdüm. ya da halen ukalalık peşindeyim ve hissettiğim boşvermişliğe karşı koyacak kudretli bir ahmet hamdi tanpınar edası bulamadım. evet türkiye deki herkes yazar oldu bloglarımız sayesinde. ya bizdeki bilinç nereye uçtu küçüğüm? cevap almak değil niyetim sadece kendini sorgulamaya yardımcı olmak.



iyiki üç telemi verip sienbisi dergisindeki sauntırak hediyeli sayısını almışım. ayrıca benim yine sienbisi bardak altlığım da var ve iyiki o sayıyı da almışım. bu arada ben abone değil miydim ki?

her neyse küçük şimdi huzurundan ayrılıyorum, bir daha ki sefere dudaklarımı dudaklarına bağışlayacağım çekinmeden, istiyorum seni. bunun gücünü hissedebiliyorsun, çekiyorum seni.


çok sonradan: kendimi niçin sorgulayınca sıkıntıya düşüyorum? beyin kıvrımlarım çok dar ve hissiz, ne yaparsam bana haz veremeyecek kadar bitap düşmüşler sanki. zamanında o kadar bitkin düşürmüşler ki kendilerini kendileri olmaktan asiliğe sahip çıkmışlar. ben de ben olmaktan bu yüzden sıkıldım ve artık hiç tatmadığım bir duyguyu yemek istiyorum her yerime bulaştırarak. evet o aşk. o mantık fukaralığına ben de düşmek istiyorum. ama niçin bu kadar eksik hissediyorum küçüğüm?

22 Eylül 2009 Salı

ben yapayım bin'liklerden kitaphane; elalem aklına doymasın.



ulan sıçim böyle aşkın ızdırabına! şu hayatta edindiğim tek dert açılamayan blog sayfalarından ibaret olsaydı ne hoş, ne nahoş bir kadın olurdum! ah benim üç kuruşluk, püsküllü arkadaş müsvettelerim, yesinler sizi emi.





istinye park a götürdüm kardeşimi kendi isteğiyle. ibrahim kutluay spor okulunun yarışması vardı malum alanda-gidenler bilir-. neyse benim kardeş zaten basketbolsa evelallah. bunların takımı kendi yaş grubu içinde en yüksek puanı aldı, hediye olarak da kıçımı bile silmek istemediğim kumaşta bir tiişört bir de popeye'den 3 koca parça tavuk da bilmem ne de...





o değil de bana en çok koyan şu duyduklarım oldu. şimdi ilişkilendireceklerimi anlatayım: kardeşime 2 pantolon ve tişört ile gömlek aldım. sonra dienara indik ben de bir güzel bonuslarımı ve de cebimdeki paraları yatırdım kitaplara-her zaman olduğu üzre-. topu topu ne ola ki sandın lan. 45liras tuttu benim 1çift kitap. neyse. onur dedi ki: "abla kayıt almak için alışveriş fişi istiyolar." ben benim dienar fişimi uzattım genç ve spor okulundan olduğu terli ve oldukça hacimli adelelerinden anlaşılan seksi şeye. göz göze geldik gülümsedi, aldı fişimi. verdim fişimi, onur u kaydettim. işlem bitti, veli adı soyadı derken.. bir kadın geldi arkadan, önünde oğlusu.



-anne alışveriş fişi istiyollar kaydaa!



-olmaz mı yavrum, daha yeni 450 lira alışverieaaeeaii.. demeye kalmadı benim fakirane dienar fişim aklıma geldi, yüzüme çarptı. o ana kadar kokmayan ağzımın açlıktan koktuğunu hisseder gibin neyin oldum, göremez oldum; gözlerime gözlük gerekti, bir gitti bir geldi dünya bana.



-ulannn!! dedim.



-ulaannnnn!!

piç karı eğer oldu da çocukların için blog açmışsan-sende o özenti tavrı gördüm- ve bu alanda kısa paslaşıyorsan kendinle, sana diyeceğim odur ki cüheyla takımının önde gidenisin emme para sende. olsun lan onlar pul, pul! ben de sallar zarlarımı aklını alırım kevaşe. küt ve pis sarı saçlı kaltaksın sen, o saçların da o 450liraya karşılık yağından parlıyordu diyim ben sana, kocanın içki göbeği de bes belli sana daha dert olmuş ki gözün cüzdandayken adamın ki etrafta. pis, görgüsüz, ucuz akıllar peşindeki fahişe. neyse ki ben.. ah ben!

20 Eylül 2009 Pazar

kan var bütün kelimelerin altında Umulmadık bir gün olabilir bugün.



elimde Cemal Süreya dokunmaya kıyamadığım; parmaklarımın izi kalır diye kapakta. tüm yaralarım içinde biliyorum, geride bıraktığım ve gerisinde kaldığım yaşam dakikalarım. aptal gök gürlüyor! ve ben barriers dinliyorum anamın temasından!! ben her zamanki gibi huysuz, lanet bir kız çocuğu, gözü yaşlı; önlüğünde çikolatalı kek parçacıklarıyla. tadı ananemden kalma ama anamın eli değmiş ununa. sonya yine Cemal Süreya..





o öper göğsümden, o koklar saçlarımdan hiç korkmadan benden, sen yerine! o'nun elleri bedenimin içine işler; senin yüzeysel dokunuşlarına karşı. o'nun elleri istanbullardır, komşulardır, garsonlardır, şaraplardır sonra, sınır çizgimdir, samimimdir.





kadınlar vardır o'nun içinde,
birbirine düşman, birbirine kardeş.



adamlar barındırır binlerce içinde,
birbirleriyle el ele, birbirlerinden habersiz.





sadece bir noktaya kalmış iş o'nun nezdinde, sevda'ya. şimdi ben okuyorum ya sevda sözleri'ni.

19 Eylül 2009 Cumartesi

jamais vu..



ayaklarım yalın, ruhum yalın
bir tek giydiğim üzerime
bir parça bedendi
bir de damlası yağmurun başıma örtü.




benim saçlarımda kabaran yağmuru
içmek isteyen sevgililerimden
iklimsiz bedenlerimi
koklamak isteyen babalarımdan
daha azdır elma kurtları
baranın yeşerttiği dallarda
ama ben hiç yakınmadım
hepsine teşekkür ettim figan ile
çarparken kapıları




"hoşçakalın!





16 Eylül 2009 Çarşamba

keşke arabesk söyleseydin anne.. deme ne olursun!



hatırladığım kadarıyla ilk başta yattığım odanın aynısıydı. ne küçük sayılabilir ne de büyükçe bir oda. kapının sağında bir yatak ve onun karşısında bir öteki; yatağın bittiği yerde ise bir pencere, bilumum böceğe karşı cam da telli ve ikinci kattayız. ha bir de karşı duvarda bir dolap var, tek kapılı. dolabın kapısı odaya dönük değil, kapısı duvarla bir olmuş.


saat sanırım dört buçuk-beş suları. pencereyi rüzgar usulca dövüyor. sanki benim kulaklarıma eğilmiş Nirvana bana özel söylüyor; something in the way ımmmm mmm.. hafif bir ürperti adamda gark oluyor. bense kapının üstündeki köşebentte izlemekteyim, izlemekten daha fazla hissetmekteyim olan biteni. çünkü bu benim rüüyam. ama ben bir üçüncü şahıs da değilim hatta ne üçü iki kişi var gibi başında. adamın boyu uzunca. saçları da yeni traşlı diyebiliriz; fakat losyon kokusundan ziyade ortama sabahtan kalma şampuan ve duş jeli kokusu hakim. nemli, basık oda havasında burnuma gelen koku sadece nem. kot pantolonlu sanırım livays beşyüzbir, üstünde omuzlarının hoş kavislerini aşifte eden gri bir tişört var. ayakkabılarının altında da yine gri çoraplar.. ayakkabının rengini ise hatırlamamaktayım, burada gariplik başlıyor diye düşünüyorum. kapının yanıbaşındaki yatakta herhangi bir örtü yok. ayak ucuna doğru yanık-yırtık olan ve yataş marka olmayan yatak nevresimsiz, çıplak. kendi yatağına yumuşatıcı ile yumuşamış, burnunu içine gömdüğünde deterjan kokularını alabildiğin mor çiçekli bir nevresim serilmiş, Belkıs tarafından. temizlikçi Belkıs, aşifte Belkıs.



sonra, ..



sonra sanırım adam ışığı yakmadan odaya girdi ve ayakkabılarını tam odanın orta yerine, iki yatağın ortasına, çıkarıverdi. etrafına göz atıp pencereye yöneldi. eliyle yokladı açıklığını ve kapalı olduğundan emin olup gri tişörtünü bir hamlede üzerinden attı, kotu halen bedenini sarmalamaktayken. işte tam bu sırada iki yatağın arasında bir pencere beliriyordu. asıl pencereden, diğerinden, boyca daha kısa ve açık. adam hiç bir şeyi farketmedi, sadece ben görüyordum pencerenin geldiğini gaipten. pencerenin olduğu duvar bir kaç metre öteye gitti, adamdan uzaklaştı. açık pencereden saydam ve tombulca bir kadın girdi içeri. bedeni saydamdı. çok sonradan anladım ki o bir ruhmuş. o anda düşünemiyorsun ruh olduğunu. kadın, erkek gibi kısacık saçlıydı ve yaşlıydı. sonra beni görürmüşçesine yüzünü döndü. pencereden esen yel onu üşütüyormuş gibi elleriyle kollarını sıvazladı. o soğuktan daha dondurucu olanı ise bir saniyeden daha kısa bir süre bana gülümsedi. şairin dediği gibi..


güldü mü cenazeye benzerdi..


bu mısraların şiiri aklımdan bir bir geçti ve ben gerçekten dehlize gömüldüm. uyanmak istiyordum. eğer o an uyanmaz isem bir daha uyanamayacaktım ve kurtulamayacaktım sanki bu karabataktan, karabasandan. kadın, daha adam ayakkabılarını çıkarıyordu ki yatağa geçti ve yüzükoyun yattı yatağa. öyle alışılagelmiş hareketlerle yatağı kavradı ki ben anladım yüzlerce yıldır aynı şeyi yaptığını; o yatağa her gece gelip, her gece orada uyuyakaldığını. adam görmüyor orta yaşın üzerindeki, kendi yatağına uzanmış kadını. ve bunlar olurken tam da tişörtünü çıkarıp el çabukluğuyla elini asıl pencereye uzatıp yokluyordu açıklığı. pencere kapalıydı ve adam uyuyabilirdi. ben şaşıp kaldım. çünkü adam kadını görmüyordu, görmüyordu, görmüyordu, görmüyordu, görmüyordu, görmüyordu, görmüyordu, görmüyordu, görmüyordu, görmüyordu, görmüyordu, görmüyordu, görmüyordu, görmüyordu, görmüyordu, görmüyordu, görmüyordu, görmüyordu, görmüyordu, ya görmüyordu işteee!!! ben kıvranmaya başladım, bağırmaya başladım, kısıktı sesim.



bir tek kendime bağırmak istiyordum. amacım biri duysun diye değil, ben uyanayım diye. uyanamadım. ben uyanamadım, sesimi yuttum. sesimi bedenim yuttu. adam yatağa, yüzü üstü uyuyan kadının üstüne uzanacaktı uyumak için. uyumak içindi sadece, çok masumcaydı. ve tam burada, tam bu anda yatar yatmaz sıçrayıverdi adam anice yataktan. ayağa fırladı. sanki elindeki kumandayla x32 ile geri sarıldı video. adam ne olduğunu şaşırdı, ben ona diyemesem de o anladı orada birinin uzandığını. yattığı an kadının saydam bedeni üzerine, birleşti görüntüleri ve adam buzulların ortasında kalmış gibi dondurdu bedenini o ruh, o ruhun sakin, yutuveren serinliği. ben de anladım ki ruhlar dünyadaki en düşük dereceye sahip bedenlerdir. ben de anladım ki ruhları gördüğümde ortamın neden düşük ısıda olduğunu. ben de anladım ki ruhtu o ve uçuverip yatağıma kondu. yabancı bir adam da onun üstüne uyumaya yattı ve bir çırpıda kalktı, dumur oldu. ben de güm gümlerle uyandım, bir kaç sigara yakmaya yeltendim olmadı. salondan odama yansıyan ışıkla yetindim. yarı karanlık yarı aydınlık, yarı çıplak bedenimle tek başıma bir evde karanlığın orta yerinde kalmayı anladım. bu nasıl bir duygudur bilir misin? bilemezsin yavrum, bilemezsin. kim bilir ben ne ruhların üstüne uzandım uyumaya? bu rüyayı gördükten sonra ben bir daha ben olamam bir başıma karanlık odalarda. sanırım bir ruh dikilmiş yatağımın karşısına ve beni gözlemekte. şu an bile sanıyorum ki tam arka tarafımda salonun ortasında biri beni izlemekte. halbuki yalnızım. ya da ben öyle sanıyorum.



pencere ani olmayan bir rüzgarla iteleniveriyor yine..

13 Eylül 2009 Pazar

bu üzerine düşünülecek bir konu değil.




umursamazlığın dibine vurmaya çabaladıkça daha çok gözüme batıyor.


öyle sandığın gibi çok güzel hareket değil bu, az daha itici-ittirici.




12 Eylül 2009 Cumartesi

mihail sustu, bir sigara daha sardı ve tekrar adrian'ın gözleri içine bakarak birdenbire sordu:


- özgürlüğünü kaybettiğin oldu mu hiç?


- hayır, hiç olmadı.


- günün birinde, bir an için kaybetmeni isterdim... bizim gibi insanlar için bu, hayati bir zorunluluktur: memlketinden dışarı ayak atmamış adam ne memleketini tanır, ne de başka yerleri, özgürlüğünü hiç kaybetmemiş olan nefsinin iyi yanları gibi kusurlarından da habersizdir. ah, bu zalim dünyada her şey mükemmel değildir ama, hissetmek, dengeyi altüst edinceye kadar hissetmek iyi şeydir!

11 Eylül 2009 Cuma

burada ayakta duruyorum, önümden geçen bulutları seyrederek, neden acının beni hiç terketmediğini merak ederek.


zaman bana koyu bir dehliz oldu, yuttukça; içten kelimelerimle sırtıma ağırlık yapıp dibi görür gibi oluyorum. burada nefes yok, gözler zifiri ve organlar hissiz.. iki memenin ortasındaki ağırlık ve sesin yutulmuş hali beyinden doğurmaya yetiyor.karanlığa ırgatlık yapıp sesimden bir parça vererek an be an bilerek gücümü satıyordum.


al al olan parmaklarımda bana yüklenen kadim ve vahşi sessizlikte bir keramet olduğunu anlarsın, yüceliğine adımını attığın an. bu bendeki sokaklar damarlarımızla örülüdür. cevabı cevabınla değiş-tokuş edersen yosunlu nesnelerin ardını görebilir ve içindeki kristale kristale kristale kristale krista..kristale krista.. ristale.. tale.. kris.. tale.. ta-le.. -le!! erişebilirsin.


perçemlerimi kasıklarında hissettiğinde beyninin duyarsızlaşması sana dakikalar sonra üzüntüyü bahşedecektir. bah-şe.. bahh.. tir..şede..tir.. bah-şe..decek..bahh-tir! neden kokumla bedenini sabitlemeyip arınma isteğiyle kendini banyomuzdaki suya ittiğini göz ardı etmeseydin çözümleyebilecektin. elindeki güç yetmeyecek ve eksenden kayacaksın!


tekrar konuşmak, gündelik cümleler-gündelik seslerle deniz aşırı anakaralara seslenmek.. susup tekrar başlamak. susup sus..uhsus.. huuhh..s-s..suss..sssu..suhuu-s..hu-sus.sus!! tekrar konuşmak ve denizin engin durgunluğunda bir kuzgunun işi ne? sen hiçe aitsin. bizi rahatsız etmemelisin. gölgesizliğin ne demek olduğunu ben de öğrendim. o halde sana da öğreteceklerdir. sonrası var mı?


-belli değil.


izlediğimiz yolun iyice daraldığını bildikçe düşüncelerin de daralması derin biçareliktir. yaşlı hislerle üstüme yapışan, son raddesine kadar küf hissedilen bir kadın zihnimin karanlıklara kayıp gitmesine sebep. pençeleri bu kadının, kalbin attığı yerde sabit. dişi acıyınca daha çok kenetleniyor derime. tırnaklarında et parçalarım ve pıhtılaşmış kanım, hastalıklı koku..


kızıl ateşlerinde canını acıtan bir kız telaşı ve figanı; en acısından , en koyusundan. çırıl çıplak ata binişi asiliği ve asilliğiyle bütünleşmedi. iğreti bir görüntüyle çalılara ittirdi nalları, bedenini çizdirdi. bir ses duymadı kulaklar, hiç "ah!" demedi sanki.


zamanın kürkü en kalın kurşundan. kelamlarımdaki radyasyon içten çürümeye adıyor bedeni, zamansa bir yanılgı bu dehlizde. kara yaratıklara mecbur dudaklarımı zemine yaklaştırıp kafamdan bastırdı. nefesim donukluğa buharı getirdi. buharı yüzüme serpiştirdi. Freud bağırıyordu tam da kulağıma:


-bu absürd! bu absürd!

6 Eylül 2009 Pazar

platoniktin.

geldiğini görebiliyordum. kumrala çalan saçlarını gördüm, gençliğinin verdiği diriliğiyle gök yüzünü işaret ediyordu. sonra genişçe alnı önümüzde paslaşan insanların kafaları arasından bir görünüp bir kayboluyordu. tabii gözleriyle birlikte. ben görmedim öyle bir pencere başka insanlarda. onunki benim istediğim her renk olabiliyordu, istediğim her hissi gözlerinden bedenime entegre edebiliyordum. kırmızı dudaklarımı görmüştür, sonra buğdaya dönük tenimi. asi bakışlarım örtmüştür gözlerini, umuyorum. o da farketmiştir beni, ah çok derin! bir karış benden yüksekteydi, çok uzun değildik birbirimize, çok da kısa. ben o an istedim onu. o ne zaman dile getirdi hatırlamam. sonra o deniz gözleri bende zümrüt oldu, daha sonra o deniz bana buz oldu. her an göz bebeklerime düşman, sivriliğiyle damarlarımı patlatan o sarkıtları hissettim tenimde. dudakları dudaklarıma benzer, vahşet dolu kelimeleri hunharca katleden. normalden yüksek sesle konuşan beni bile bastırırdı o dudaklardan fısıldayan kelamlar. daha da yaklaştık biz ilerlerken birbirimize. ben yavaşladım taksimde, o yavaşladı taksimde. kaskatı kesildim durdum öylece. o da beni taklit mi ediyordu ne? ben hırsız olduğunu hiç düşünmedim, arsız olduğunu hiç düşünmedim. ne bedenimin üzerine oynanan bir oyundu ne de itilaf ettiğimiz bir hareket planda. sonra o tüy ağırlığındaki bakışlarıyla işledi gözbebeklerime ve en sevdiğim şarkıyı duyar gibi dokundu tenime. gözlerindeki rutubet saçlarıma bir ıslaklık getirdi. sırtımdan esen rüzgar, toplanan saçlarımdan yüzüme dökülen telleri yoğunlaştırdığı an sağ eli kavradı tüm saçlarımı ve kulağımın arkasına baş parmağıyla yerleştirdi. işte ondan sonradır ki ne rüzgar esip gürleyebildi dokunduğu saçlarıma ne de bir başkasının gözü değdi tenime. kasvetim dağıldı, loş ışığın değdi tenime. saçlarımdan gözüme aktın, bir daha baktın, ben de arkandan gözümün ucuyla dokunmak istedim en azından omuzbaşlarına. nedendir ki seçemedim, kokunun doldurduğu burnumu bir daha içime çektim ve sen yittin. çünkü ...

5 Eylül 2009 Cumartesi

yürekten gülerekten yürümek


insanlar neden benim aşkı aradığımı düşünüyorlar ki? aramıyorum ben aşkı. kendime bir kastım yok, hayatımdan memnun olduğumu düşünüyorum. hayattan memnun olmak mı, hah! işte buna gülersin!! hatta benim o tür şeylere karşı bir arayışım yok. bak özellikle belirtiyorum ki yok. aile olabildiğimizde bir gün ailemi seveceğim. bunu kalpten diledim.


söylemek istediklerim hep tek bir şey. çok şey söylemem ben. hiç kendinden bıktığın oldu mu? şimdi şöyle bir şey ki asla uzun cümleler kurmam ben konuşurken. yani tercih sebebi değil bu. toparlayamama meselesi. ederlezi ederlezi.


ve ben kendimi hiç toparlayamadım biliyor musun?
ve ben kendimi hiç toparlayamadım biliyor musun?
ve ben kendimi hiç toparlayamadım biliyor musun?
ve ben kendimi hiç toparlayamadım biliyor musun?
ve ben kendimi hiç toparlayamadım biliyor musun?
ve ben kendimi hiç toparlayamadım biliyor musun?
ve ben kendimi hiç toparlayamadım biliyor musun?
ve ben kendimi hiç toparlayamadım biliyor musun?
ve ben kendimi hiç toparlayamadım biliyor musun?



*ada vapuru yandan çarklıı
bayraklar dolanmış cafcaflı..


simitçi, kahveci, gazooozcu..

4 Eylül 2009 Cuma



sana üç parmağımı göstersem ne yaparsın? gözlerini fal taşı gibi açmaya çabalar açamazdın ve içinden ne kadar nahoş bir hareket olduğunu, terbiyesiz bir kadın olduğumu düşünür yoluna devam ederdin. işte sen bu kadar pasif, siktiri boktan birisin. ulan bir karşılık ver be. deli kadının biri sana hareket yapmış allahın homosu.

çok canım sıkkın. eve bir atsam kendimi içki ne varsa dağıtmayı düşünüyorum. burası berbat. hayat, o beş harflik kelime burada nefeslenmiyor. rengaaarenk değil bu. ve ben saçmalak saçmalamak saçmalamak saçmalamal saçmakalam samçalamak sam.alanakma filan istiyorum.

ve ablamla aramızda çok güldüğümüz bir zamanların emesen idolü gelsin anam:

anlor musun? ha söyle anlor musun??

2 Eylül 2009 Çarşamba

*okudum lan. hepinizi okudum. boş beleş man kafalar. mankurt bile olaman siz.

* ha bu arada yokaya ayıp ettim. adam gitmeden ayaüstü yaz(ıl)dı da ben iki kelamlık mail ile karşılık veremedim. çok kaka çok rererö bi insan oldum.

bu ofiste tık tık seslerinden başka da bir şey yok. hani bu da merak edenlereydi. şu yazıyı yazmak için bile kendimi ne kadar kasıyorum bir bilsen. of klavye kullanmıyolar bu ofiscücükleri. en kısa kelimemin sesi sanki dağları aşıyor imajında. off. off yazmak bile işkence şu an. ha bir de gencecik oğlan mühendislerin bebeleri filan var, şaşıyorum lan. ohalandım. şimdi dolaşırken bloglar diyarında genelinin evde kalmışlık sendromu var beya dikkat edin. zaten 2x yaşlarındaysa haaatun yazar okunmaz o bilok ya da okunur evet. ben bilmem de 3x yaşlarındaysa fena. o ne atmaca tutmacalar, o ne yok kaka, apişko, çükü boklu derler erkekböcüklerine. aman ne bileyim öyle işte. burada öyle bir olay yok. şahsen ben kocagötlü olmamdan mütevellit pek düşünmüyorum şu ara daimi ev kızlığını. sanırım ebeveynlerimin evine babasız piçler getirmektense bastırırım zorumla birine nikahı oh mis. la bu arada herkes makina mühendisi mi olur arkadaş. kolumu çarptığım, suratına tükürdüğümün itleri.




hesabı ele geçirdim. yazdıkça basasım geldü. güllü. kibariye. tandoğan. kızılay. gemlik. zeytin. müsli. simli. sümükli.




ve burda herkes kurtlar vadisi erkeki. saygı duyduğum tek yanı başı kapalı kimse yok ve herkes oruç. vay anasını. elinde sigarayla dolaşamazsın ama hal böyle.


ayrıca bir ara sagraspesiyal çikolat vardı ona nolmuş öyle, pazarda bile satmıyolar o iğrenç şeyi.


burda tipi tipler var ve bence hepiciği de zamanın toplarıymış. çok lolipop yemişler. yok sosyalizmmiş yok a.h.tanpınarmış. çok gözlerimi boyadılar bildiğin gibi değil.


farkettim ki blog aşırı kişisel oldu şu ara. girişine "anlıyorum ve devam etmek istiyorum" koydurtmam gerekmiş.