9 Ocak 2010 Cumartesi

uçmak nasip olmadan süründü

hayatım erkeklerin hodbinlikleri arasında biteviye koşmakla geçiyordu. ve ben kendi içimde dünyanın saçmalığıyla intihar arasındaki ilişkiyi ve ilişkisizliği mütemadiyen sorguluyor bu konudaki ana öğelere tandansımı anlamaya çabalıyordum. tam bir anlamak değil bu, emeklemek. ufak ve istikrarlı adım atmayı öğrenmeliydim ve bu da emeklemeyi şart koşuyordu. pekiyi ya sonrası?

işte bu saçmalığı yaratan hayatının/yaşamının sona ermesiydi. nasıl olsa ölmüyor muyduk? bu matematikte sonucumuz belli değil miydi? öyleyse bu sonuca varana kadar yaşananlar absürdlükler silsilesi değildi de neydi? çok mu manalıydı?

hayır.

yalın ve bir o kadar da yoğundu.

mahrem-i esrar idi.

şimdi ne mahremi ne de esarı kaldı. geride bitap düşmüş bir ruh ve bu ruhun ağırbaşlılığının altındaki yüke boyun eğmekten ve hem bu yüke mütehakkim hem de onu red eden telaşlı vaziyette bir beden ve ruh arasındaki bu faciaya kayıtsız duygular kalmıştı. her şeyiyle biçarece gülümsüyordu gene de. ne yapacağını bilmediğini ötekilere alenen gösteriyordu. bağırıyordu hatta. bütün bunlar elverirdi.

ama bilirsiniz ki "sessizlikte insan belki aradığını duyar ama her kulak işitmez." demişti ortaçgil.

ben hepinizi seviyorum. bazılarınız duymuyor, buna seviniyorum. bazılarınız duyuyor kıyıda bucakta olanları, sanırım sizden çekiniyorum. ve çok bağlanıyorum size, sizi sevmesem de. aramızda o kadar uzun bir yol var ki, siz bu yolu nasıl aşıp da nefesinizi yanağımda hissettiriyorsunuz anlayamadığımdan sizden korkuyorum.

sizin nefesiniz kırmızı. eh damarımızda akan da öyle, bu ne kutsî bir büyü.

nabızlarımızın munis kardeşi olan zamanı öldürebilirsen, buna gücün yetebilecekse eğer yabancı, o ân gelmene gerek kalmayacak. aslında seni görmediğimde bile seninle konuşuyordum ben.

Hiç yorum yok: