9 Aralık 2009 Çarşamba

ahmet altan-içimizde bir yer/gel ve al

bazı sahneler, bazı cümleler vardır ki,okyanusların karanlıklarında yüzen fosforlu balıklar gibi hafızanızın derinliklerinde ışıklar saçarak yalnız başlarına dolaşırlar.

kendi içinize kapandıkça,yalnızlaştıkça,haya tın görünen yüzünden diplere kaçtıkça,o sahnelerle cümlelerin ışığı daha keskinleşir,renkleri daha canlanır,onlara dokunmak istersiniz.

tuhaftır,bu tür cümlelerle sahneler,siz onlara yeniden dokunduğunuzda sizi ilk rastlaştığınız yaşlarınıza geri götürürler.

ve ,siz onları hayatınızın bu gününe çekmeye,onları yaşamaya çabalarsınız.

çocukluğunuzla yaşlılığınız arasında ışıklı kelimelerden bir köprü kurulur ve siz o cümleyi ilk kez duymuş olan çocuğun heyecanıyla o köprüden geçerek birini beklersiniz.

ben,çehov'un martı piyesini kenterlerin o yıllarda yeni açılmış olan harbiye'deki tiyatrosunda seyrettiğimde herhalde on iki on üç yaşındaydım.
piyesi çok iyi anlamamıştım.

ama orada bir sahne ve bir cümle vardı.

genç kız,aşık olduğu yaşlı yazara bir madalyon hediye ediyordu.

madalyonun arkasında,yazarın kitabının adı ve bir sayfa numarası kazılıydı.

yazar kendi kitabını açıp o sayfayı bularak benim asla unutamadığım o cümleyi okuyordu:


" eğer birgün hayatıma ihtiyacın olursa gel ve al onu."


cümlenin gücü çocuk zihnimi dağlamıştı.

bir insan,kendi hayatını sunacak kadar çok seviyordu birisini.

cümle,bir hayal sahnesi yaratmıştı içimde.

bir gece trenindeyim.piyesteki yazar gibi yaşlıyım.dışarda yağmur yağıyor.

tren pencerelerinin ışıkları,rayların yanındaki ıslak ağaçlara,taşlara,tarlalara yansıyarak parlak izler oluşturuyor.

başını trenin hafifçe buğulanmış penceresine dayamış bana bakan genç kadın,pencereye vuran gölgesinden yağmur damlaları akarken,kırık,biraz kederlisinden çok kararlı bir sesle bana bu cümleyi söylüyor.


"eğer bir gün hayatıma ihtiyacın olursa gel ve al onu"


ben ona gülümsüyorum.

çaresizliği saklamaya çalışan bir gülümseme bu.

genç kadın,söylediği cümlenin küçümsendiğini düşünüyor ama o kadar çok seviyorki,bu yanılgı bile onu cümlesinden ve duygularından vazgeçirmiyor.

bir zaman sonra ben ölüyorum.

genç kadın bir adamla evleniyor.

aradan yıllar geçiyor.

ve bir akşam, kocasına bu sahneyi anlatıyor.
"bana gülümsedi,diyor önce bunun küçük bir gülümseme olduğunu sandım ama yıllar geçtikçe onun o andaki bakışlarında hissedilen tutkuyu daha çok farkettim,onun için her şeyden,bütün hayatımdan vazgeçmeye hazırdım.bilmem neden,o istemedi.

yıllarca bu hayali kurdum.

böyle bir cümleyi söyleyebilecek,"hayatıma ihtiyacın olursa gel al" diyecek birine öylesine ihtiyaç duyuyordum ki,bana hayatını sunacak kadının varlığını hayalimde hissedebilmek için aynı hayalin içinde ölmeye razı oluyordum.

neden,hayalimde,bana o cümleyi söyleyen kadının elini tutup ilk istasyonda inmiyordum,bilmiyorum.

belki,çehov'un çaresiz kederi bu cümleyle ruhuma sızmıştı.

belki,bu cümlenin devamında yaşanacakları düşünmeye çocuk hayalim müsait değildi.

belki de bu cümleyi dokunulmamış,denememiş bir halde bırakmak istiyordum.

nedenlerini bilmiyordum ama beni bu kadar sevecek ve bana bu cümleyi söylecek bir kadın olsun istiyordum.

böyle bir cümlenin hayatta ancak bir kez ve ancak bir insana söylenebileceğini,insanın hayatında bu sahnenin ikincisi olmayacağını da hissediyordum.

önceleri,kendini yaşlı yazarla özdeşleştiren çocuk ruhum,kendini bu cümlenin söylendiği insanın yerine koyarken sonraları kendimi bu cümleyi söyleyen bir erkeğin yerine koymaya başladım.

sadece beni seven,bana hayatını sunan bir kadını değil,sevdiğim ve hayatımı verecek kadar seveceğim bir kadını da özlüyordum.

ben de söylemek istiyordum o cümleyi.


"eğer birgün hayatıma ihtiyacın olursa gel ve al onu"


bu,cümle okyanusların derinlerindeki fosforlu balıklar gibi gücünü ve ışığını hiç yitirmeden hafızamın ve hayallerimin derinliklerinde dolaştı yıllarca.

aşk denildiğinde aklıma hep bu cümle geldi.
ne zaman aşık olsam,bu cümleye yakalanıp çocukluğuma geri döndüm.

ne kendi sevgimde ne de karşımdakinin sevgisinde bu cümleden daha azına razı olmadığım için huysuzlandım,acı çektim,kederlendim.

bu cümle,ben ne kadar yaşlanırsam yaşlanayım,beni hep kırılgan bir çocuk gibi tuttu.

"eğer diye başlayan bu cümleye dokunan bir yanım,en çabuk kırılan yanım oldu.

kendi hayatında biraz soğuk ve kibirli olan,

büyük aşklardan ve tutkulardan kaçan,

kadınlarla neşeli ve yüzeysel oynaşmaları yeğleyen,

bir dostunun deyimiyle,

"sevmeden iyi ve cömert,bağlılık duymadan müşfik ve dikkatli olabilen"

bir başka dostunun tarifine göre de,

"kalbinin derinliklerinde olup bitenleri yakınlarından hiçbirinin tamamen anlayamadığı"

ama bütün bunlara rağmen tutkuyu,

ihtirası,aşkı bilen,

belki de ruhundaki bu ikiliğin sıkışıklığını yaşayan çehov'un hüzünlü çaresizliği,

tek bir cümleyle benim çocuk ruhuma sızmış,

beni bu cümlenin gücüyle damgalamış ve beni bu cümlenin peşine düşürmüştü.

yıllar geçti,o piyesi seyrettiğim günden bu yana.

yaşlandım

yazar oldum.

gece trenleri geçti.

yağmurlar yağdı.

kadınlar oldu.

hayalimdeki her şey hayatın içinde vardı.

ama bir araya gelip bir trenin penceresine başını dayayan bir kadına dönüşemedi.

" martı" piyesini okuduğunda,bu piyesi sevmeyip,

"sen dantelacı kızlar gibi yazıyorsun"

diyerek alay eden tolstoy'un alaycılığından yaralandığı için belki de piyeslerindeki cümleleri gerçek hayatta söylemekten utanan,

böyle bir cümledeki en ufak bir yalan kırıntısının,

söyleyeni de ,dinleyeni de gülünçleştireceğini hissedip bu cümlelerden korkan çehov'un korkusu bana da geçti.

hem bu cümleyi arayıp,hem bu cümleden çekindim.

bu cümlenin sahte bir sesle söylenmedinin hepimizi "bir dantelacı kız"haline sokmasından korktum belki.

böyle bir cümlenin gerçeğine inanmakta zorlandım.

sadece hayallerimde ve istediğim ses tonuyla söyleyip söylettim o cümleyi.

artık yaşlandım.

kitaplar yazdım.

ölüm de artık başkalarına ait bir masal değil benim için.

ve,bu cümleyi,bu cümlenin bütün gerçekliğini ve gücünü hissederek söylemek,

büyüklerin korkularına esir olan çocukluk hayallerimi kurtarmak istiyorum artık.


"eğer birgün hayatıma ihtiyacın olursa gel ve al onu"

8 yorum:

Adsız dedi ki...

sozler kolay, eylemler zor..hele kendine durust olabilmek daha da zor...o gencler bunu hem soyler hem yaparda,kendisi biraz zor yapar..kaybedecek seyleri olanlarda..degerleri deforme olmuslar da zorlanirlar boyle yurek isteyen eylemlere..ikisini birden isteyenler de bakar kalir metronun bugulu camlarina.....

Deniz dedi ki...

eylemleri engelleyen ne çok şey var.

aslında bunlar hep 'öğretildi.'

Adsız dedi ki...

eylemini engelleyen, aslinda ruhunu engelliyor da habersiz, zengin ve guvenli cesediyle bas basa zombi gibi dolasiyor ortalikta...

Deniz dedi ki...

o söylediğin ruhlardan neden çok görüyorum etrafımda ve neden o ruhlar bu dediğin nitelikleri taşımıyor gibi görünmekte ısrar ediyorlar bu derece..

hepsi hepsi insan işte. nedir yani?*

*burak'tan.

Adsız dedi ki...

"ya oldugun gibi gorun yada gorundugun gibi ol" ilkesi cignendigi icin herhalde..insanlarda olmak istedikleri goruntu ve sozcuklerle oyalaniyorlar.. Leyla yi almak isteyen Mecnunlar yok artik.. Ask sadece sozde degerli bir kavram su an onceligi sonlarda aslinda.. ister genc ister yasli olsun tuketim ekonomisinin hepimize tukettirdigi ilkeler duygular ve insani yozlasmadir bunun sorumlusu...

Adsız dedi ki...

durusluk nerede baslar kime karsi nerededir sınırı? insanin ozeli herkese acikmi olmalıdir yada kime ne kadar acilabilir ozel? yasamın sınırlarında dengeyi bulamayan insan mutlulugu nasil yakalar? varmıdır bunu basaran?

Deniz dedi ki...

"ama anlama duyulan bu ilgisizlik icinde bu anlam arayisi da ne oluyordu? ve bunun anlami neydi?"

samuel beckett

Adsız dedi ki...

"felsefe oluyordu" ve insan olanın kacinilmaz sorusuydu bu..insan olamayanlar icin hic bir zaman boyle bir soru ve dert olmadi zaten...